Durum, dram, drum

Durum, dram, drum

5 Aralık 2011 Pazartesi

Kulaklı ağaç, kartal, fare, köpek, kedi ve ben..


Alışmak, insan nasıl alışır? Peki köpeklerin, kedilerin alışma mekanizmaları nasıl çalışır?
Bugün akşamüstü, hemen hergün geçtiğim yolda kulakları olan bir ağaç farkettim. Acaba dinlemeye mi yarar o kulaklar? Kocamandılar. Aramızdaki mesafe uzaktı, ölçü veremiyorum. Aynı anda yırtıcı olduğunu düşündüğüm bir kuş gördüm, müthiş süzülüyordu ve sanırım bir çöl kartalıydı. Çöl faresini ise, görmesem de hissetim. Bir yandan çıkan duman ve ateşe kafasını takan Çöl Faresi diğer yandan da doğal düşmanı olan kartalı kolluyordu bence, yem olmamak için... bense, içinden inemediğim arabadan; kulaklarını merak ettiğim ağacın durumuna takılmıştım. Yol döndü, kulaklar kulak olmaktan çıkmıştı.
Gözlerimi kapayıp, ağaçla, kartalla ve fareyle telepati kurmaya çalıştım. İstemediler. Çok sinirliydiler; “kedilerin köpeklerin yüzlerine bak.” Deyip, kestirip attı üçü de, ağız birliği etmiş gibi. Üstelemedim.
Daha önce gördüğüm köpek ve kedilerin yüzlerini hatırlamaya çalıştım. Hatırladım sanki:
Kediler çok az sayıdalar burda.  Ezik, bıkkın, umarsız ve aç.
Köpeklerse; güleryüzlü, korkak, üzgün ve yine aç gözlere sahipler. Hepsi de en ufak bir harekete iki metre geri giderek karşılık veriyorlar, hareketin niyetine aldırmadan.
Arabadan inememek yeni karşılaştığım bir şey. Düşünün ki; bir arabaya biniyorsunuz, bindiğiniz ve indiğiniz yerler hep aynı ve bu yerler sizin tasarrufunuzda değil. Ve buna alışıyorsunuz. Kolayca. Kendiliğinden.

Ağaçlara, kartallara, farelere, kedilere bunu yaptıramazsınız. Hadi belki köpeklere... o da belki...

münavır ile taşkın'ın üç delikli priz macerası



ingilaz sömürgesi bazı ülkelerde prizler üç delikli oluyor, ya da ben öyle sanıyorum. burda da öyle. yanyana iki delik biraz üstte az daha büyükçe üçüncü delik, eksenleri eşkenar üçgen teşkil edecek halde öylecene duruyorlar. fişler ise ikili...
alttaki iki deliğe ikili fişi takınca elektiriği alıveriyorsun. fakat üçüncü deliğin girişinde, içerde plastik parça var ki; o parçayı alta doğru dürtmeden alttaki iki delik kilitli gibi oluyor... muş... fiş alttaki deliklere girmiyor. 2-3 tane fişi kırdıktan sonra durumu keşfetmiştim.
58 gün falan oluyor, geldiğimin ikinci belki üçüncü günüydü. ikili pirizin bir bacağını üste dürtüp, diğeri alttaki deliklerden birindeyken (ve fakat kesinlikle yapılmaması gereken bir praktis) alt deliğin kilidi açıldığı an, üstteki bacağı çıkarıp diğer deliğe takmaya çalıştım. patladı. benim ve komşu bazı konteynırların sigortaları attı. münavır'a gittim. "sir what hepınd" dedi. "az gel la" diyerek odama doğru sürükledim onu. "sigorta mı attı?" dedim. "aağğyyğuuuu sir ay tink so" dedi.

sigortalar selman bey'in odasındaymış. ki selman bey proje müdürümüz olur. saat te epeyce geç. münavır, beni selman bey'in odasının önüne götürüp arkama saklandı. adamcağızı uyandırdık.
--şefim sigortalar sizin odanızdaymış kusura bakmayın
--benim de elektirikler kesildi. jeneratör niye çalışmadı acaba?
-- hımm
münavır sigortaları kaldırdı, odama döndük.
--wat did you do sir? dedi..
tam benim buluşum olan fiş takma modelini ona gösterirken.
"ğğuyy nno no söörrr." diyerek çırpınmaya başladı
"yav tamam sakin, canlandırma yapıyorum cicim" dedim.
bir eline ikili fişi diğer eline bir kalem alan münavır; elindeki kalemi üst deliğe dürtüyordu ki; bu kez ben çırpınmaya başladım. "la dur la, çarpılacan" dememe kalmadan.. fiş pirizdeydi ve münavır çarpılmadı. üstteki delük topraklamaymış. ama olmayabilirdi de..
heh hee bir yaşıma daha girmiştim. halen ve yine de bu uygulamayı yaparken plastik bir madde kullanmayı tercih ve tavsiye ederim..
saygılarımla,

kısa bir diyalog, peşine nefis bir şiir, eski yazılar bitmek üzere...

sabah biraz iş yaptım. öğle yemeğinden sonra kahvemi alıp odamda "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" filmini izlemeye meylettim. fakat aklım dışardaki güneşte kalmıştı. kapıyı araladım içeri güneşle beraber sinan girdi. burdaki kıymetli delilerden birisi kendisi.
--napıyorsun?
--film seyrediyorum..
--ne filmi?
--"Bizim Büyük Çaresizliğimiz"
(pc ekranına bakarak..)
--yerli filim mi?
--evet.
--gel otur seyredersen..
--yabancı filim yok mu?
--yok. ne filmi?
--ekşın mekşın ceymis bond vizyon filmi yeni film falan..
--bu da yeni..
--yok. ben gidiyom. çok canım sıkılıyor AMK.
--kitap verim mi sana?
--ne kitabı?
--ne kitabı istersin?
--bu ne? (kendi kendine kitabın adını okur)
--onu ben okuyorum. öykü kitabı verim mi sana?
--bu ne?
--onu da ben okuyorum.(bu arada ben kitapları karıştırıyorum)
--ne öyküsü?
--al.
--şiir mi?
--haa şiir miymiş o. al bunu al..
onu da sevmeyince;
--seyfti hendbuk veriym sana al..
--onu biliyom zaten. benim ingilizce kitaplarım var sağol ..
dedi ve gitti sinan, güle güle dedim ardından..
sonra aralık kapıdan gelen güneşi artırmak için aralığı büyüttüm. filmi kapattım ve "Sarkaç" isimli, benim hikaye sandığım, şiir kitabını okumaya başladım...

Yıkandım
Koku sürdüm
Rüzgar dinledim
Şarap içtim
Denize baktım
Hazırdım...
m.z.saçlıoğlu

BRANDENBURG'UN DÖRT ATLISI

Biraz sinirlerim bozuk bugün, nikotin bandıyla beraber sigara içince oluyor bu, nasıldı;
“insan kadar salak bir mahluk yok ki; aynı şeyleri, üstelik aynı sırayla yapıp, farklı bir sonuç ortaya çıkmasını beklesin...”
Sözün orjinali böyle değildi, aklımda ana fikri kalmış.. neyse... Canını sıkmamak için sevgili bıloki, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’dan bir hikaye paylaşıyorum bugün..(MZS’nin öykü kitapları şiddetle tavsiye olunur... İsteyenler kitabı alabilirler, ve yazara çok çok çok teşekkürler, belki peşinen ve aynı anda da özürler,.. şayet sanal ortamda hikayesini paylaşmama kızarsa...)

BRANDENBURG'UN DÖRT ATLISI

-Eskimiş zamanlar satıyorum, yitirilmiş yolları satıyorum, unutulan başarıları satıyorum. Sudan ucuz... Haydi, sudan ucuz...
İriyarı, genç adam, alana doğru bağırıyordu. Tarihi Brandenburg kapısının hemen altında, alçak, uzun bir masanın üzerindeki üç öbeği oluşturan nesnelerin neler olduğunu, bu ilginç çağrıya kulak verip yaklaşanlar görebiliyordu.
Masanın üzerindeki birinci küme, saat kümesiydi. Değişik markalarda, çoğu köstekli, kaba görünüşlü, kimi çalışır kimi durmuş yüzlerce saat üstüste yığılmıştı.
İkinci küme irili ufaklı pusulalardan oluşmuştu. Kapaklı, kapaksız, zincirli, zincirsiz, kimileri deri kılıflı, kimileri tahta kutulu yüzlerce pusula, bir karmaşa içinde alıcılarını bekliyordu.
Üçüncü yığını oluşturan çeşitli madalyalara bakanlar, bunların, bir zamanlar gergin, gururlu göğüslere nasıl takıldıklarını, yıllarca övünerek nasıl taşındıklarını düşünebilirlerdi.
Genç, sarışın, iri yarı adam, el, kol hareketleriyle, bağırarak alıcılarını çağırıyordu.
--Eski dönem saatlerine bakın, eski dönem saatlerine..
--Ucuza kahramanlık isteyen var mı? Ucuza kahramanlık madalyası...
--Yönünüzü yitirmeyin; karanlıkta, aydınlıkta yönünüzü yitirmeyin..
Kısa zamanda bir turist grubu masanın önünde toplandı. Bir sürü insan, meyve seçer gibi pusulaları, saatleri, madalyaları ellerine alıyor, ağırlığını tartıyor, saatlerin içini açmaya çalışıyor, madalyaları göğüslerine yaklaştırıyor, birini bırakmadan ikincisini, üçüncüsünü alıp inceliyordu.
--Aman karışmasın... Zamanınız mekanınıza, mekanınız başarınıza karışmasın. Lütfen hepsini kendi yerine koyun. Ne arıyor saatlerin içinde madalya! Lütfen dikkat edin hanımefendi. O madalya üstün hizmet madalyasıdır, bir eşini daha zor bulursunuz.
Kadın:
--O kadar değerliyse neden satıyorsunuz?
--Ekmek parası hanımefendi. İnsan ekmek için saatini de satar, pusulasını da, madalyasını da. Açlık başka şeye benzemez. Kiminin karnı toktur madalyayla uğraşır; ama aç olan madalyasını ekmekle değişir.
Başka bir adama dönerek:
--Beyefendi dikkat edin, zorlamayın; o saatin kurma düğmesi çok hassastır.
--Neden sağlam görünüyor oysa. Bu kadarcık bir zorlamayla kırılırsa bu ne işe yarar ki?
--Saat zaman demektir beyefendi, zorlamaya gelmez. O kendi hızıyla akar. Her saatin ayrı hızı ayrı direnci vardır.
-- Ayrı hız mı? Ne yani, bu saatler bozuk mu? Aynı hızla dönmüyorlar mı?
--Siz bu dünyada aynı hızla dönen iki saat bulabilir misiniz? Tüm saatler bozuktur beyefendi. Şimdi sizin saatiniz üçü on geçeyi gösteriyor. Dün güneş bu saatte bir dakika daha gerideydi. Aynı yerde saat her gün değişiyor. Ya Çin’de saat şimdi kaç biliyor musunuz? Sonra, yanınızdaki güzel hanımın saatiyle, sizinkinin arasında bile birkaç saniye fark vardır. Tüm saatler bozuktur beyefendi, tüm saatler bozuk...
Bir kadın:
--Siz filozof musunuz?
Satıcı:
--Hayır, bozuk saat satıcısıyım. Bozuk pusula, bozuk madalya da satarım. Olur olmaz birçok şey satarım da hepsi bozuktur.
Bir genç adam, gülerek:
--Bozuk saat ve pusulayı anladık da, bozuk madalya nedir?
Satıcı:
--Bozuk madalya, yanlış iş demektir. Yapılmış, yapılan ve yapılacak olan yanlış işler.
--Nasıl yani?
--Bir zamanlar en çok düşman öldürene de, en iyi casusluk yapana da, en iyi müzüsyene de, en iyi şaire de, en hızlı duvar örene de, en çok buğday yetiştirene de madalya verdiler. Sokaklarda dolaşan madalyalı insanlardan hangisinin katil, hangisinin sanatçı, hangisinin işçi olduğunu anlamak mümkün değildi. Hepsi madalyalarıyla övündüler; hepsi ölürken madalyalarını çocuklarına bıraktılar. Bunlar, yapılmış yanlış işlerdir.
Şimdi yapılan yanlış işlere gelince:
Bu madalyaların her biri birer yeteneği, emeği, başarıyı simgeliyor; ama küçük paralar karşılığında alınıp satılıyorlar. Alan ve satan, onların, simgeledikleri değerleri üzerlerinde taşımadıklarını, o değerlerin madalyaları taşıyan göğüslerde kaldığını, bu küçük nesnelerin, neredeyse ancak yapıldıkları malzeme kadar değerli olduklarını biliyorlar. Madalyaların gerçek sahipleri ise, madalyaları göğüslerinde taşımadıkları sürece başarılarının tarihin karanlığında yok olacağını bildikleri halde, birkaç öğünlerini karşılamak için bunları satıyorlar. Üstelik yine acıkacaklar.
Sayın baylar, bayanlar, size gelecekte yapılacak yanlış işleri de anlatmaya kalksam saymakla bitmez. Göğüsleri çıplak kalan madalyalı insanların, içine düşecekleri değersizlik duygusunu, inanç çöküntüsünü mü anlatayım; yoksa, birkaç dolara sahip olduklarını sandıkları bu madalyaları, eşlerine dostlarına gösterirken, bir felsefenin, bir devlet sisteminin çöküşü üzerine tezler yürütecek insanların duygu ve düşüncelerini mi?
Madalyalar da bozuk sayın baylar, bayanlar. Ne işinize yarayacak sizin bu bozuk madalyalar. Dolarlarınızı boşa harcamayın. Sahipleri, birkaç öğün yemek karşılığında sattıklarına göre madalyalarını; siz de bunları almaktansa, birkaç öğün yemek yiyin, kenti dolaşıp, biraz şarap için. Satıcısı tarafıdan değersizliği kabul edilen bir malı, hangi akıllı alıcı almak ister.
Bir genç kız:
--Olsun bu madalyayı sevdim. Hiçbir değeri olmasa da pembe giysime çok yakışacak. Şuna bakın, ne güzel bir kudelesi var, değil mi?
Satıcı:
--Peki, 18 dolar verin o zaman. Ya siz? Siz de mi alıyorsunuz yoksa beyefendi?
--Evet, şu iki tanesini, Bunlar mutlaka bir subayın olmalı. Savaşta büyük yararlıklar gösteren bir subayın...
Satıcı:
--Hayır sayın bayım. O büyük olanı, bakın üzerinde yazıyor, resmi yemeklerde bilgisi, becerisiyle, geleneksel beğenimizi yabancılara başarıyla tanıtan başaşçılara verilmiş madalyadır. Öteki ise, savaşta büyük başarı göstermiş bir doktora verilmiştir. Madem bunu alıyorsunuz, birkaç dolar daha verin, şu üçüncüyü de alın. Bu, üstün başarı gösteren pilotlara verilirdi. Çok sayıda bombası doğru hedefi bulmuş olan pilotlar bu madalyayı alırdı. Düşman pilotların bombalarıyla yaralanan askerlerimizi başarıyla iyileştirmiş doktorlar da bunu. Böylelikle bir işin iki madalyasına da sahip oldunuz. Keşke elimde düşman pilotlarıyla düşman doktorlarının kazandıkları madalyalar da olsa. O zaman, aynı işin dört madalyasına sahip olurdunuz; ne iyi olurdu değil mi? Bombalar bizden gidince, bizim pilotlarla onların doktorları; bombalar onlardan gelince, onların pilotlarıyla bizim doktorlar madalya kazanıyor. (win-win modeli*-daktilo edenin notu) Ne güzel alışveriş... Sonucu beraberlik olan savaş. Hah hah hay...
Bir adam:
--Şu saat kaç dolar acaba?
Satıcı:
--Beş dolar. Aynısından üç tane alın, hepsine on iki dolar verin.
--O zaman çalışanları seçeyim bari.
--Seçin bakalım; seçebilirseniz seçin.
Bir kadın:
--Saatler madalyalardan daha ucuz değil mi?
--Öyle olacak hanımefendi. Arz, talep sorunu. Zaman herkes için akar. Herkesin saati var. Madalyayı bulmak zor. Dükkanlarda satmak için madalya yapılmaz ki.
--Peki, çalışan saatlerle bozuk saatler aynı fiyat mı?
--Yani duran bozuklarla dönen bozuklar. Evet, hepsi aynı.
--Ama neden? Çalışan saatler işe yarar, bozuklar yaramaz ki.
--Çalışanlar da hiçbir işe yaramaz hanımefendi. En azından sizin işinize yaramaz. Eski sahibine de yaramamıştı.
--Neden?
--Gelin, yaklaşın lütfen (saati kadına çevirerek). Bakın ne görüyorsunuz?
--Saat...Çalışıyor...
--Nereden anladınız?
--Saniyesi dönüyor.
--Saniyesi nası dönüyor peki?
--Sanırım doğru dönüyor. Doğru hızda yani.
--Sayabilir misiniz?
--Tabii; bir... iki... üç... dört... işte...
--Yani bir duruyor, bir ilerliyor, bir duruyor, bir ilerliyor. Zaman da öyle mi yapıyor? Bir durup bir geçiyor mu?
--Tabii değil. Zaman sürekli akar.
--Ben de onu söylüyorum ya. Bu saatin sahibi zamanın sürekli geçtiğini anlayınca saatini sattı. Kendisini kandıran bu saatin doğruluğuna yıllar yılı inanmıştı oysa. Hadi biraz daha açıklayayım. Saniyeleri tek tek sayabiliyorsak bu, her saniyeye bir başka saniyenin eklenmesini gerektirir. O zaman, iki şey birleşip üçüncüyü, üç şey birleşip dördüncüyü oluşturuyor demektir. Oysa zamanda kesinti yoktur. Saniyelerin arasında sonsuz sayıda zaman parçacıkları olduğunu da sanmayın. İnsan uydurması bunlar. Nereden mi biliyorum? Saniyeleri kaldırırsanız dakikalar, dakikaları kaldırırsanız saatler, saatleri kaldırırsanız günler, sonra haftalar, aylar ve yıllar kalır. Yılları da kaldırı. Ömürlerden başka ne kalır.
Ama sanmayın bu nedenle satıyor saatini eski sahibi. Onu kandırdılar. Saniyelerden daha küçük parçaları gösterebilen saatlerden alabilmek için sattı bu eski saati zavallı. O küçük zaman parçalarını görebilmek için.
Bir adam:
--Bay satıcı, haydi şu pusulalar için de bir şeyler söyleyin bari. Siz ilginç bir insansınız.
--Satıcı ilginç olmalı. Sattığı şey değil, satış biçimidir önemli olan. Satıcının işi satmaksa, onu iyi yapmaya çalışmalı. Ama ben iyi satıcı değilim; çünkü bunları satarsam sizin rahatınızı kaçıracağım. Aldığınız madalyaları takarken size anlattıklarımı düşünürseniz, bunları aldığınıza pişman olursunuz. Bu yüzden almamanız daha doğru. Sizi mutsuz etmek işime gelmez. Mutlu olmanız gerekir ki benden hoşnut kalasınız, bana yeni alıcılar gönderesiniz. Onlar da hoşnut kalmalı, başka alıcılar göndermeli. Gördünüz mü; satmadığım sürece çok alıcım olacak.
Adam kahkahayla:
--Bay satıcı, haydi şu pusulalar için de bir şeyler söyleyin. Bunlar da bozuk mu?
--Evet, hepsi bozuk. Size yaramaz. (İçinden: Ya da tam size yarar.)
Başka bir adam:
--Bu değil, bakın, benim cebimdeki pusulayla aynı yönü gösteriyor. İşte bu taraf kuzey.
Satıcı:
--Sizinki de yanlış beyefendi, sizinki de.
--Olamaz, asla yanlış olamaz; benimki dünyanın en iyi markası.
Satıcı, gülerek:
--Peki, sayın bayım, söyleyin bakalım, pusulanıza göre Leningrad ne tarafta?
Adam cebinden bir harita çıkararak:
--İşte Avrupa haritası. Moskova’ya kadar gösteriyor. Bakın şöyle bir çizgi çizersek, nerdeyse tam kuzeydoğumuza düşüyor. Yani, şu doğrultuda...
--Bilemedinin beyefendi. O çizgi Leningrad’a değil St. Petersburg’a gidiyor. Pusulanız yanıldı.
Başka bir adam:
--Bu kez saçmaladınız bay satıcı. Hepimiz o kentin orda olduğunu biliyoruz. Adı değişmiş, Leningrad yerine Petersburg olmuş olabilir; ama oradaki sokaklar, evler, insanlar, tarihi eserler, hepsi aynı. Yalnızca adı değişmiş. Bu kez tutturamadınız.
Satıcı:
--Bayım, bir şeyin en son adı değişir. İş ad değiştirmeye geldiyse, zaten herşeyi değişmiş demektir. Aynı kalan, değişiklik göstermeyen bir şeyin adı neden değişsin? Adı değişmişse artık o yoktur. Değişmiş ada uygun bir yeni şey vardır. İşte bu yüzden sizin pusulanız da bozuk, benim sattığım da. Ama yine de alın siz bunu. Değeri üç dolar. Belli olmaz, bakarsınız başka yerde doğru çalışır. En azından biriyle ötekini, onunla berikini denemiş olusunuz. Dikkat edin; ikisi de aynı yönü gösterdikleri sürece sorun yok; ama biri başka, biri başka gösterirse, bir üçüncüye gereksinim duyacaksınız. Sonra da kayboldunuz gitti.
Otobüsün uzaktan duyulan kornası üzerine satıcı taburesinin üzerine çıktı. Otobüsü göstererek:
--İşte bakın... Sizi çağırıyorlar. .. Zamanınızı boşa harcadınız benimle. Daha göreceğiniz çok şey var kentte, bari onları kaçırmayın.
Ah, unutmadan; rehberiniz şu arkamdaki büyük kapının üzerinde duran dört atlı zafer arabasının öyküsünü anlatacaktır mutlaka. Ama kimsenin bilmediğini de ben söyleyeyim sizlere. Anımsayın Mahşerin Dört Atlısı’nı. Onlarındı bu dört at bir zamanlar. Şimdi Brandenburg’un dört atıdır bu zafer arabasının beyaz atları.
Haydi gecikmeyin, uğurlar olsun, uğurlar olsun.
MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU

Şimdi yemek yemeye gidiyorum sevgili bıloki, dönünce yılmaz'dan aldığım makasla saçımı keseceğim... resmimi de koyarım, bakarsın...

3 Aralık 2011 Cumartesi

yine eskilerden, resimli, deneme..

"Bir görüşü çokları böyle düşünüyor diye ya da bir büyük filozofun düşüncesi olduğu için değil, yalnızca onun başka türlü değil de böyle olduğunu gördüğümüz için benimseyelim." Cyrano de Bergerac...



demiştim ya karmakarışık yazıyorum. yine; sinekler oda klima vs.. lafın özü; havadan sudan yazmalı... üstteki resim deneysel bir çalışma oldu, bakınca içerik de dandik. normalde koymazdım onu ama neyse... galiba biraz hastayım sevgili bıloki.. klimanın kumandasını kaybetmiştim. bizim odalar klimayla ısınıyor ya.. klimayı açmak için komşu konteynıra gidip onun kumandasını almam gerekiyor bir süredir.. odunluğa gidip, odun kömür almak gibi.. neyse bugün toplantı salonunun kumandasına el koydum... heh heee..
konular daralıyor. akılda olan ise, hep aslında burda olma hali.. ve fakat bununla ilgili yazmak biraz yorucu.. doğru sözcükleri, doğru konuları seçmeli.. anneyi, ayşenuru endişelendirmemeli.. işten güçten bahsememeli..

biraz personeli anlatayım..
hep: deli, manyak, cinslerle dolu burası... söylemiştim, ben en normallerden biriyim, var gerisini sen düşün.. evvelsi gün uçuşlar yasaklanmış. tr ırq arası muhabbete bak şimdi:
Bahadır Ağbi bugün tr'ye gidecekti bileti var.
soruyor: " başka giden var mı? ben yarın ne yapacam? nasıl gidecem" diye..(endişenin kırıntısı yok çok güleryüzlü, sakin, pozitif bir insan bu Bahadır ağbi)
sebahattin ağbi'den cevap:
" biz yarın ratga'ya gidecez, seni orda bırakırız, katırlarla kuveyt'e geçersin, sonrasını da halledersin artık.."
gülüyoruz, ediyoruz, eğlenceli burası... arkadaşlar iyi böyle işte..
uçakların durdurulması hikayesini 2 gün önce öğrendik. kimsede en ufak endişe emaresi yok. hadi bende yok tamam ama kimsede yok.. dedim ya arkadaşların hepsi on numara... arada bir "tüh yav. yol uzuyacak.." falan gibi yorumlar geliyor. "dünya yansa umurunda değil" hali gibi görünse de şunu da farkettim ki.. herkes herşeyin farkında.. sevgiyle...

gine gam yükünün kervanı geldi, kaju getirmedi..

eski yazılardan biri... ama sanki kaju konusuyla ilgili olabilir.. en azından yorum kısmı..
 
gine gam yükünün kervanı geldi, çekemem bu derdide yavrum bölek seniynen geçen yağmur yağdı, çölde de yağmur yağarmış demek. rüzgar başladı önce bir kaç gün sürdü. içgüdüsel olarak hissediyor insan yağmuru.. ben hissettim yani. sonra dün de başka bişi farkettik. yılmaz'la beraber.. kamptaki yürüyüş alanımızdaki toprak pıtırıklamış. sanki cipslerin üzerinde yürür gibi pırıt pıtır pıtırk ediyor yürürken. ofisde yağdı ilk. konteynırların sundurmalarının altında hurda koltuklar var. hurda derken şöyle: koltuğun sadece oturma yeri var, başka bir objenin üstüne konmuş halde. oturunca makam koltuğu hissi veriyor kıça. açık havada. fakat dikkatli oturmazsan gıpranıyor, düşme tehlikesi teşkil oluyor. neyse.. oturup yağmuru izledim.. "başlık ile yazının ne ilgisi var?" diye sorduğunu duyar gibiyim sevgili blog. yazılarımı yarı yarıya emprovize yazıyorum. başlarken aklımda bişeyler oluyor. yazarken serbest bırakıp aklımı. öylecene yazıyorum. işte bu yüzden bazen saçma sapan gelişmeler olabiliyor yazılarda. yağmur, hüzün ve gam çağrıştırır ya belki ... fakat burası bu açıdan da değişik galiba.. sevinç benzeri bir his verdi bana.. mayomu giyip yağmura çıkmaya niyetliydim ki.. yılmaz verdi ayarı.. "asit yağarmış", "ilk yağmurda ıslanmamak gerekirmiş".. e ben de etkilendim tabii olarak. yapamadım. fakat tınmayacam birdahakine.. önceki gece bir de patır patır dolu yağdı. doluları görmedim, sesiyle uyandım. "noluyo lan." diyerek yattım. artık ne derece doğruysa işte... ertesi gün "gece dolu yağdı" dediler. bugün biraz sinek katliamı yaptım sevgili blok. pencere konusunu biliyorsun. gün ışığı için kapıyı açık bırakıyorum içeri geliyorlar. normalde yok sayıyorum onları, bugün çok kalabalıktılar. "dağilın lan" dedim. dinlemediler. bir kaç kez daha uyardıktan sonra verdim raid'i. verdim raid'i. galiba beni de biraz etkiledi bu Raid.
neyse öpüyorum...
yorum:
bu türküyü ilk tokat kızıl inişte, arabayla giderken farketmiştim. tilki, kuş, kuzu, davarlarla ve envayi çeşit bitkiyle dolu memleketim. yağmuru ayrı güzel, sisi, fırtınası ayrı.. dünyanın 4. büyük petrol sahası olan bu yeri; bırakın, bütün Irak'ı bi niksar'a değişmem ben. e Irak'lı insanlar için de tersi geçerlidir herhalde. savaş çok kötü. yazı yetersiz, söz yetersiz.
 18 kasım 2011'de yazıldı, az önce bir iki satır eklendi..

2 Aralık 2011 Cuma

sevgili blok, şaşı frenç presimi kırdı bugün.. bir geldim odaya alet yerinde değil. temizlememiş de üstelik. maceranın devamı... az sonraaaaaaaaaaa


    • az sonra dedik 23, saat geçmiş... gelelim şaşıya; şaşı dediğime bakmayın çok seviyorum kendisini, Pakistanlı otel görevlisi Münavara (erkek), ailesi Pakistan'da. çocuk yapmaya çalışıyorlarmış, bir türlü olmuyor, ben gelmeden az önce yine düşük yapmış eşi.. Bu bilgiler Yılmaz'dan, yoksa biz çoğunlukla bakışarak anlaşıyoruz Münavara'yla. İngilizce probleminden ötürü. onun grameri iyi telafuzu kötü, benim ise tam tersi.. kelime haznelerimizde hiç çakışmıyor. neyse baştan anlatayım: geldim kampa, ayhan şef ile kahve içelim dedik, ayhan şef brezilyalı, ben de ona bir güzellik yapayım, sınırlı filitre kahvemden bir miktarını onunla paylaşayım beraber içelim derrken.. odaya gidince bir de ne göreyim: frenç pres yok yerinde. baktım, yerlere cam parçalarını buldum.. çıktım Münavara'yı aramaya. sonra konteynırlar arasında bir saklambaç başladı. o kaçtı ben kovaladım. ben kaçtım o kovaladı. bu arada ayhan şef, televizyon odasında su kaynatmakla meşgul. ketıl de bozulmuş arasına kağıt sıkıştırmışlar bazan çalışıyor bazan çalışmıyor. neyse.. derken Münavara'yla kavuştuk. Dedim ki: "yu brok may frenç pres my frend". dedi ki:" ğuuuu ay no sii, puting the lağndırıt, ay hörd the voice of broken glas" dedim ki:" e ciğerim bakmadan ayı gibi sallarsan çamaşır torbasını içeri (ki öyle olmuş, konteynırın kapıyı açıp içeri girmeden torbayı sallamış nonoş..) olur tabi böyle şeyler" dedi ki:" i am sorry very very sori sör" dedim ki:" sör deme lan bana düdük, canın sağolsun, süzmeden içeriz bundan sonra napalım" anlamadı tabi güldü, tokalaştı benimle. sonra odaya geldi elinde süpürge, cam kırıklarını toplamaya. bu arada ben toplamıştım bile yerdeki kalıntıları. olayı canlandırdı. gitti. ben de ayhan şef'e gidip durumu izah ettim. sağolsun o da anlayışla karşıladı. akşam behzat ç. seyrettik ben, yılmaz, necmi, ahmet, volkan. hiç beğenmedim, hiç olmamış diyeceğim nerdeyse, son sahneyle toparladı biraz. yönetmen kötü yönetmiş, senaryo sıçık, aceleyle çekmişler galiba, figürasyonlar herzamanki gibi berbat.. üstüne bir de uykusuz kaldık mı? sabah ta toplantı var bruno ve kılif'le.. zor uyandım, kahvaltı edemiyorum zaten biliyorsun. ofise gittim ki gelmiş hazır ağbiler.. hay ... ben daha felafelimi yememişim. apar topar felafelciye gittim. aldım geldim. acele etme dediler, kahve sigara falan.. toplantıdan sonra biraz çalıştım. yine karnım acıktı. saat 11 falan olmuştu. kalan ekmeğin yarısını mikrodalgaya koydum. yandı. bütün ofisi inceden bir duman ve yanık ekmek kokusu kapladı. ekmeği fırından alırken elim de yandı. işaret parmaamın ucu azıcık acıyo hala.. millet huysuzlandı ne kokuyo ya böyle? ne yandı lem? homur.. homur.. filan derken bir saat sonra ingilizleden biri de körili bişi ısıttımı fırında.. yani allah günah yazmasın: "bok gibi koktu, neyse yediği yemek hıyarın" ofiste "violance" gelişti anlayacağın.. herkes ingilize daha fazla sinir oldu.. heh heeee... bana da oldular da hissettirmediler hesapta.. sonra biraz daha çalıştım, akşam üstü portakal elma yiyip mesaiyi bitirdik.. spor salonu yaptılar kampa bu arada... taylandlılar.. diğer fasilitelerin inşaatı da devam ediyor. spor yapalım diye tutturuyor bizimkiler. ne sıporu lem. daaalın lan diyorum. kaçışıyorlar. belki de tam böyle olmuyor da olabilir. neyse yeter şimdilik, görüşürüs sevgili blok, hşçkl.

      14 Kasım, 18:00

yarım kalmış bir emprovize yazı.. diğerleri gibi..

Bataryalarım %7'den az.. hem yazasım var hem yok.. bılokumu çok ihmal ettim. karnım yine acıktı. 105 kg'a çıktım belki biraz daha fazla. şarja karşı yazarken yarış etmek, belki aniden bilgisayar kapanacak...
 
bu feysbıkta "yorum yap" yazısını görünce, acaba kaç geyiğin ya da kimlerin aklına: "yorumsuz bir hayatı seçiyorum, kanmadım inan doymadım sevgiye" dizeleri geliyordur? itiraf edeyim ki benim çok sık geliyor. neyse konuyu dağıtmayalım , kafa dağıldı, toplamalı.. yemek, gurmelik anabaşlığı altında; açlık, diş fırçalama, sağlık, iyi, doğru beslenme ve coğrafyaya değinmeye niyetliyim şimdi. batarya meselesini de anladığınız üzere, adaptörü prize, diğer ucu da bilgisayara bağlamak suretiyle çözdüm. uykum ve yazasım var. dişim de ağrımakta. 15 gündür burdayım, dişlerden bazıları usul usul yokladığı halde umursamadım ve yumurta g.t kapısına dayandı işte, 72 saat sonra uçuş var ve 29 gün yine yokum istanbul'da.. tuhaf bir şekilde iş ortamını özlediğimi fark ettim. bu ne yaa.. hemen kalkıp doktora mı gitsem? paranormal aktivite filmini ayş ile seyrettik o uyuyo ben dişim ağrıya ağrıya blok yazıyorum yattığım yerden. ve düşünüyorum diş fırçalama aktivitesini. (paranormal aktivite filmine bir ara dönelim. unutturmayın...) ali: diş fırçalamak ne işe yarar? veli: Sağlıklı dişler bütün vücudu, birçok sistemi, özellikle sindirim sisteminin başladığı ilk mihenktaşı olarak çiğnemeyi velhasıl doğrudan sağlıklı olmayı temsil eder. ali: İyi de yavrum soru bu değil ki? ne diyon yani diş fırçalamak sağlıklı dişlere sahip olmamızı mı sağlar?... ali: ya ne sağlar? veli: ama soruma soruyla karşılık veriyorsun. sabaha devamı...
5 Kasım, 07.11