Durum, dram, drum

Durum, dram, drum

2 Ocak 2012 Pazartesi

Neye göre?


Güneşin azlığı, hassasiyetin çokluğu, şehirle bir olup aklını karıştırmıştı.
“Yazmak” eylemini, bildiği dilde gerçekleştirme isteğiyle masanın başına oturdu.
Sözler bıçak gibiydi.
Kanaldaki durgun suya yansıyan katedral imgesi ve yanındaki buldog amarikano’nun verdiği enerji,  uçucu madde etkisi yapmıştı.
İki uçuş, ki birinin kalkışı diğerinin inişi; silikti...
Patırana patırana kalkan ve inen bir uçaktı sanki, her an dağılacak gibi...
Akşam güneşi yüzüne vurduğunda birkaç metre uzağındaki tavuskuşuna baktı. Göz göze gelmek isteği, apaçık okunuyordu yüzünden.
Tavuskuşu oralı olmadı, kuyruğunu sallar gibi yaptı bıyıklı binaya..
Bıyıklı bina da, ona oralı olmadı. “duruyom ben” dedi, içinden.
“tamam, dur sen, birşey diyen olmadı ki” dedi.
Vitrine takıldı gözü, oysa birkaç saniye öncesine kadar kırmızı ışıkta (ve peşinden gelen sarı, yeşil...) karşı kaldırımdan kalkıp üstüne gelen adama odaklanmıştı bütün dikkati. Olsa olsa kırmızı ışıkta ancak, bana doğru yürür bu, dedi. içinden. Öyle olmadı, belki de şöyle oldu:
Kımızı ışıkta karşılaştılar, sarı ve yeşilin peşine birbirlerine doğru yürümeye başladılar, adam durakladı. Onun duraklamasını gören kadın da durakladı, birkaç yüz milisaniye. Adam durdu, kadın devam etti, başını çok az çevirerek. Adam arkasından baktı. Vazgeçti karşıya geçmekten. Yolun ortasında. Gerisin geri geldiği tarafa döndü ve kadını takip etmeye başladı. Bu takip yüzyıllarca sürecek bir takipti.
Ve buyurdu: “her kim ki; kırmızı ışıkta durup, sonra devamında karşıya geçerken, kendine çekici gelen birini görür de istikametini değiştirmezse: İlk gelen arabaya çiğnensin.”
İşte bu yüzden bir sürü insan arabaların altında can verdiler. (Ta ki arabalara yaya sensörü konulana kadar. Yaya sensörü 2014 yılında bulundu ve 2120’den sonra bütün arabalara standart konfigürasyon olarak yerleştirilmeye başlandı. Lanet yüzyıllarca sürecekti, teknoloji olmasa.)
Bi garip bi adamdı, istediği yöne çevirebiliyordu aklını ve kendini, oysa diğer insanlar öyle miydiler? Karşıdan karşıya geçmeye çalışan insanların telaşını izlediniz mi hiç? Işığın kendileri için yeşile dönmesini bile bekleyemeden yola atılan insanları...
(Ben kırmızı ışıkta beklerken, kendimi “starting box” ‘da bekleyen bir at sayarım bazen. Eskiden çok yapardım bunu şimdilerde de hala yaparım, seyrek olarak. Çok zevklidir... Neyse hikayemize dönelim.)
Vitrin inanılmaz bir hassasiyetle düzenlenmiş, çok eski, ne olduğu bile anlaşılayamayacak eskilikte fakat gıcır gıcır aletler içeriyodu, ve bir iki resim. Ve otlar. Gördüğü an ve takip eden bir kaç saniye içinde vitrini incelemesinin dakikalar sürebileceğini anladı. Kadın vitrininin hizasını çoktan geçmiş ilerliyordu. O mu? Bu mu? o mu? bu mu? o mu? bu mu? derken... kısadevre yaptı. Kalakaldı.
Her nasılsa dükkanın içinde buldu kendini. Vitrini seçmişti, bilerek ya da bilmeyerek.
Ve yine bilip bilmeden konuşmaya başladı.
Tezgahtarla başka dili konuşuyorlardı.
Sıcacık bir sohbet.
Farklı dillerde. Bu sohbet ne kadar sürdü, kimse bilmiyor...
Takip etmeyi seçmediği kadın da yanındaydı. Tercümanlık yapıyordu adama. Dört çeşit çay aldı. Dükkan çaycı dükkanıydı. Çıktılar. Az önceki yaya kaldırımına geldiler. Yeşili beklediler. Yeşil yanmadı, ışıklar bozulmuştu.

Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir zamanda, nasıl olur da insanlık trafik kazalarından bu kadar insanın kaybedilmesine göz yumar? Sayısallaştırmaya kalksak: Ve kıyaslasak. Son bir yılda Libya’da birbirini öldüren insan sayısını; Türkiye’de trafik kazalarından ölen insan sayısına bölsek. Ne çıkar sizce? Ölümlerin, kayıpların kök sebebi midir, onları acıklı kılan? Ve gündemde tutan? Kök sebep denen şey nedir peki? Ne çıkar arabaya binmesek? Ya da; ne çıkar, arabaların en fazla hızları fabrika ayarı olarak 80km/saat’le sınırlandırılsa. Yine daha ileri gidip kıyaslasak: devlet, pkk çatışmasında ölen insan sayısını, ki bu da son 30 yıl için olsun, trafik kazalarından ölen insan sayısıyla kıyaslasak. Nereye varır bu kıyaslamanın sonu? Bir yere varsa ne çıkar? Bilmiyorum, belki de bilmezden geliyorum. Ölümleri aklileştirmek olarak anlar mı, bu soruları, bu yazılanları okuyanlar?
Ama şunu biliyorum: Annesi babası eve gelmeyen bir çocuk ağlarken, “neden gelmediğine” bakmadan ağlar. Ve bütün bunların arabaların, uçakların, gemilerin kullanmak zorunda olduğu yakıtlarla ne ilgisi vardır? Ve çocuklar neden arabaları, uçakları, gemileri severler?
Ve neden ben bu yazıyı hiç sevmeden yazdım? Ve neden sizin içiniz sıkıldı okurken?