Güneşin azlığı, hassasiyetin çokluğu, şehirle bir olup
aklını karıştırmıştı.
“Yazmak” eylemini, bildiği dilde gerçekleştirme isteğiyle
masanın başına oturdu.
Sözler bıçak gibiydi.
Kanaldaki durgun suya yansıyan katedral imgesi ve yanındaki buldog
amarikano’nun verdiği enerji, uçucu madde
etkisi yapmıştı.
İki uçuş, ki birinin kalkışı diğerinin inişi; silikti...
Patırana patırana kalkan ve inen bir uçaktı sanki, her an
dağılacak gibi...
Akşam güneşi yüzüne vurduğunda birkaç metre uzağındaki tavuskuşuna
baktı. Göz göze gelmek isteği, apaçık okunuyordu yüzünden.
Tavuskuşu oralı olmadı, kuyruğunu sallar gibi yaptı bıyıklı
binaya..
Bıyıklı bina da, ona oralı olmadı. “duruyom ben” dedi,
içinden.
“tamam, dur sen, birşey diyen olmadı ki” dedi.
Vitrine takıldı gözü, oysa birkaç saniye öncesine kadar
kırmızı ışıkta (ve peşinden gelen sarı, yeşil...) karşı kaldırımdan kalkıp
üstüne gelen adama odaklanmıştı bütün dikkati. Olsa olsa kırmızı ışıkta ancak,
bana doğru yürür bu, dedi. içinden. Öyle olmadı, belki de şöyle oldu:
Kımızı ışıkta karşılaştılar, sarı ve yeşilin peşine
birbirlerine doğru yürümeye başladılar, adam durakladı. Onun duraklamasını
gören kadın da durakladı, birkaç yüz milisaniye. Adam durdu, kadın devam etti, başını
çok az çevirerek. Adam arkasından baktı. Vazgeçti karşıya geçmekten. Yolun
ortasında. Gerisin geri geldiği tarafa döndü ve kadını takip etmeye başladı. Bu
takip yüzyıllarca sürecek bir takipti.
Ve buyurdu: “her kim ki; kırmızı ışıkta durup, sonra
devamında karşıya geçerken, kendine çekici gelen birini görür de istikametini
değiştirmezse: İlk gelen arabaya çiğnensin.”
İşte bu yüzden bir sürü insan arabaların altında can
verdiler. (Ta ki arabalara yaya sensörü konulana kadar. Yaya
sensörü 2014 yılında bulundu ve 2120’den sonra bütün arabalara standart
konfigürasyon olarak yerleştirilmeye başlandı. Lanet yüzyıllarca sürecekti,
teknoloji olmasa.)
Bi garip bi adamdı, istediği yöne çevirebiliyordu aklını
ve kendini, oysa diğer insanlar öyle miydiler? Karşıdan karşıya geçmeye çalışan
insanların telaşını izlediniz mi hiç? Işığın kendileri için yeşile dönmesini
bile bekleyemeden yola atılan insanları...
(Ben kırmızı ışıkta
beklerken, kendimi “starting box” ‘da bekleyen bir at sayarım bazen. Eskiden
çok yapardım bunu şimdilerde de hala yaparım, seyrek olarak. Çok zevklidir...
Neyse hikayemize dönelim.)
Vitrin inanılmaz bir hassasiyetle düzenlenmiş, çok eski, ne
olduğu bile anlaşılayamayacak eskilikte fakat gıcır gıcır aletler içeriyodu, ve
bir iki resim. Ve otlar. Gördüğü an ve takip eden bir kaç saniye içinde vitrini
incelemesinin dakikalar sürebileceğini anladı. Kadın vitrininin hizasını çoktan
geçmiş ilerliyordu. O mu? Bu mu? o mu? bu mu? o mu? bu mu? derken... kısadevre
yaptı. Kalakaldı.
Her nasılsa dükkanın içinde buldu kendini. Vitrini seçmişti,
bilerek ya da bilmeyerek.
Ve yine bilip bilmeden konuşmaya başladı.
Tezgahtarla başka dili konuşuyorlardı.
Sıcacık bir sohbet.
Farklı dillerde. Bu sohbet ne kadar sürdü, kimse bilmiyor...
Takip etmeyi seçmediği kadın da yanındaydı. Tercümanlık
yapıyordu adama. Dört çeşit çay aldı. Dükkan çaycı dükkanıydı. Çıktılar. Az
önceki yaya kaldırımına geldiler. Yeşili beklediler. Yeşil yanmadı, ışıklar
bozulmuştu.
Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir zamanda, nasıl olur da
insanlık trafik kazalarından bu kadar insanın kaybedilmesine göz yumar?
Sayısallaştırmaya kalksak: Ve kıyaslasak. Son bir yılda Libya’da birbirini
öldüren insan sayısını; Türkiye’de trafik kazalarından ölen insan sayısına
bölsek. Ne çıkar sizce? Ölümlerin, kayıpların kök sebebi midir, onları acıklı
kılan? Ve gündemde tutan? Kök sebep denen şey nedir peki? Ne çıkar arabaya
binmesek? Ya da; ne çıkar, arabaların en fazla hızları fabrika ayarı olarak
80km/saat’le sınırlandırılsa. Yine daha ileri gidip kıyaslasak: devlet, pkk
çatışmasında ölen insan sayısını, ki bu da son 30 yıl için olsun, trafik
kazalarından ölen insan sayısıyla kıyaslasak. Nereye varır bu kıyaslamanın
sonu? Bir yere varsa ne çıkar? Bilmiyorum, belki de bilmezden geliyorum. Ölümleri aklileştirmek olarak anlar mı, bu soruları, bu yazılanları okuyanlar?
Ama şunu biliyorum: Annesi babası eve gelmeyen bir çocuk
ağlarken, “neden gelmediğine” bakmadan ağlar. Ve bütün bunların arabaların,
uçakların, gemilerin kullanmak zorunda olduğu yakıtlarla ne ilgisi vardır? Ve
çocuklar neden arabaları, uçakları, gemileri severler?
Ve neden ben bu yazıyı hiç sevmeden yazdım? Ve neden sizin
içiniz sıkıldı okurken?