Durum, dram, drum

Durum, dram, drum

6 Haziran 2017 Salı

   Bu kez bir temrin, yazma temrini; Carver'ın Katedral isimli kitabından, Kompartıman isimli hikayeyi sonunu değiştirerek yazıyorum.

KOMPARTIMAN

   Strasbourg'da üniversitede okuyan oğlunu ziyaret etmek için yola düşen Myers, birinci sınıf vagonda Fransa'yı kat ediyordu. Oğlanı sekiz yıldır görmemişti. Bu süre boyunca telefonla konuşmamışlar, Myers ile oğlanın annesi kendi yollarına gittiklerinden beri -oğlan annesiyle kalıyordu- kartpostal bile yollamamışlardı. Myers her zaman, kişisel ilişkilerine oğlanın kötü niyetle burnunu sokmasının, nihai kopuşu hızlandırdığına inanmıştı.
   Myers'ın oğlunu son görüşünde oğlan şiddetli bir tartışma sırasında onun üzerine çullanmıştı. Myers'ın karısı büfenin yanında durmuş, porselen tabakları birbiri ardına yemek odasının zeminine bırakıyordu. Sonra fincanlara geçmişti. "Bu kadarı yeter," demişti Myers ve o anda oğlan ona saldırmıştı. Myers yana adım atıp onu kafakola almıştı, bu sırada oğlan ağlayarak Myers'ın sırtını ve böbreklerini yumrukluyordu. Myers onu eline geçirmişti ve hazır eline geçirmişken, bundan en iyi şekilde faydalanmıştı. Onu duvara çalmış ve öldürmekle tehdit etmişti. Ciddiydi. "Sana ben hayat verdim," diye bağırdığını hatırlıyordu Myers. "Onu geri almasını da bilirim!"
   Şimdi o korkunç sahneyi düşününce Myers, tüm bunlar sanki başka birine olmuş gibi başını iki yana salladı. Öyle de olmuştu. Aynı kişi değildi artık. Bugünlerde yalnız yaşıyordu ve iş dışında pek kimseyle ilişkisi olmuyordu. Geceleri klasik müzik dinliyor ve su kuşu avlamakta kullanılan yapma kuşlar üzerine kitaplar okuyordu.
   Bir sigara yaktı ve trenin penceresinden dışarıya bakmaya devam etti, kapının yanındaki koltukta oturan ve şapkasını gözlerinin üzerine çekmiş uyuyan adamı görmezden geldi. Sabahın erken saatleriydi, dışarıdan geçen yeşil tarlaların üzerinde pus asılıydı. Myers ara sıra bir çiftlik evi ve ek binalarını görüyordu, hepsi bir duvarla çevriliydi. Bunun iyi bir yaşam tarzı olabileceğini düşündü; duvarla çevrili eski bir evde yaşamak.
   Saat altıyı geçiyordu. Myers, önceki gece on birde Milano'da trene bindiğinden beri uyumamıştı.Tren Milano'dan ayrıldığında, kompartıman kendisine kaldığı için kendini şanslı saymıştı. Işığı açık bıraktı ve rehber kitaplara baktı. Anlattıkları yere gelmeden önce okumuş olmayı dilediği şeyler okudu. Görmüş ve yapmış olması gereken çok şey öğrendi. Bir anlamda, ülke hakkında bazı şeyleri ilk ve kuşkusuz son ziyaretinden sonra, tam da İtalya'yı ardında bırakırken öğrenmiş olduğuna üzülüyordu.
   Rehber kitapları bavuluna kaldırdı, bavulu baş üstü rafına koydu ve battaniye gibi kullanabilmek için ceketini çıkardı. Işığı söndürdü ve kararmış kompartımanda gözleri kapalı oturdu; uykusunun gelmesini umdu.
   Uzun gibi gelen bir süreden sonra, tam uykuya dalacağını düşünürken tren yavaşlamaya başladı. Basel dışında küçük bir istasyonda durdu. Orada, koyu renk takım elbiseli ve şapkalı, orta yaşlı bir adam kompartımana girdi. Adam Myers'a Myers'ın anlamadığı bir dilde bir şeyler söyledi, sonra da deri çantasını yukarıdaki rafa koydu. Kompartımanın öbür tarafına oturdu ve omuzlarını doğrulttu. Sonra şapkasını gözlerinin üzerine çekti. Tren yeniden hareket ettiği sırada adam uyumuştu ve usulca horluyordu. Myers ona imrendi. Birkaç dakika sonra İsviçreli bir yetkili kompartımanın kapısını açıp ışığı yaktı. Yetkili, İngilizce olarak ve başka bir dilde -Almanca olduğunu varsaydı Myers- pasaportlarını görmek istedi. Myers'la birlikte kompartımanda olan adam şapkayı tekrar başına itti, gözlerini kırpıştırdı ve ceketinin cebine uzandı. Yetkili pasaportu inceledi, adama dikkatle baktı ve belgeyi ona geri verdi. Myers kendi pasaportunu uzattı. Yetkili bilgileri okudu, fotoğrafı inceledi ve Myers'a baktıktan sonra başını sallayıp pasaportu geri verdi. Çıkarken ışığı söndürdü. Myers'ın karşısındaki adam şapkayı gözlerinin üzerine çekti ve bacaklarını uzattı. Myers onun hemen uykuya geri döneceğini tahmin etti ve bir kez daha imrendi.
   Ondan sonra uyanık kaldı ve oğluyla buluşmasını düşünmeye başladı, sadece birkaç saat kalmıştı. Oğlanı istasyonda görünce nasıl davranacaktı? Ona sarılmalı mıydı? Bu olasılık onu rahatsız etti. Yoksa sadece elini uzatmalı, bu sekiz yıl hiç yaşanmamış gibi gülümsemeli ve oğlanın omzunu mu sıvazlamalıydı? Belki oğlan birkaç kelime söylerdi: Seni gördüğüme sevindim... Yolculuk nasıldı? Myers da... bir şey söylerdi. Ne söyleyeceğini gerçekten bilmiyordu.
   Fransız contrôleur kompartımanın önünden geçti. İçerideki Myers'a ve Myers'ın karşısında uyuyan adama baktı. Aynı contrôleur biletlerini zaten zımbalamıştı, o yüzden Myers başını çevirdi ve pencereden bakmaya devam etti. Daha fazla ev görünmeye başladı. Ama artık duvarlar yoktu, evler de daha küçük ve birbirine daha yakındı. Myers, çok geçmeden bir Fransız köyü göreceğinden emindi. Pus kalkıyordu. Tren düdüğünü öttürdü ve üzerindeki bariyerin indirilmiş olduğu bir hemzemin geçitten hızla geçti. Myers, saçını tokalarla tutturmuş, üzerinde süveter olan genç bir kadın gördü; bisikletiyle durmuş, vagonların hızla geçmesini izliyordu.
   Annen nasıl? diyebilirdi oğlana, yürüyerek istasyondan biraz uzaklaştıktan sonra. Annenden haber alıyor musun? Çılgınca bir an, Myers'ın aklına onun ölmüş olabileceği geldi. Ama sonra böyle olamayacağını anladı, duyardı - öyle ya da böyle, duyardı. Bunları düşünmeye devam ederse kalbinin kırılabileceğini biliyordu. Gömleğinin en üst düğmesini ilikledi ve kravatını düzeltti. Ceketini yanındaki koltuğa koydu. Ayakkabılarını bağladı, ayağa kalktı ve uyuyan adamın bacaklarının üzerinden atladı. Kendini kompartımandan dışarı attı.
   Myers vagonun sonuna doğru ilerlerken kendini dengelemek için koridor boyunca elini pencerelere dayamak zorunda kaldı. Küçük tuvaletin kapısını kapatıp kilitledi. Sonra suyu açıp yüzüne su çarptı. Tren bir dönemece girdi, hâlâ aynı yüksek hızdaydı, Myers dengesini kaybetmemek için lavaboya tutunmak zorunda kaldı.
   Oğlanın mektubu birkaç ay önce eline geçmişti. Mektup kısaydı. Fransa'da yaşadığını ve bir yıldır Strasbourg'da üniversitede okuduğunu yazıyordu. Fransa'ya gitmenin nereden aklına estiğine ya da Fransa öncesi yıllarda ne yapmış olduğuna dair bir bilgi yoktu. Mektupta oğlanın annesinden söz edilmemesinin son derece yerinde olduğunu düşündü Myers; durumu ya da bulunduğu yer hakkında hiçbir ipucu yoktu. Ama oğlan mektubu açıklanamaz bir biçimde, Sevgiler sözcüğüyle bitirmişti ve bu, uzun bir süre Myers'ın aklını kurcalamıştı. Nihayet mektubu cevaplamıştı. Biraz kafa yorduktan sonra, bir süredir Avrupa'ya küçük bir gezi yapmayı düşündüğünü yazdı. Oğlan onunla Strasbourg'daki istasyonda buluşmak ister miydi? Mektubunu, "Sevgiler, baban," diye imzaladı. Oğlandan cevap almıştı, sonra da ayarlamalarını yaptı. Sekreteri ve birkaç iş arkadaşı dışında, uzaklara gideceğini söyleme gereği duyduğu kimsenin olmadığı kafasına dank etti. Çalıştığı mühendislik firmasında altı haftalık izin biriktirmişti ve bu gezi için hepsini almaya karar verdi. Şimdi, bunca zamanı Avrupa'da geçirmeye niyeti olmasa da bunu yaptığına memnundu.
   Önce Roma’ya gitmişti. Ama kendi başına sokaklarda dolaştığı ilk birkaç saatten sonra, bir guruba katılmayı ayarlayamadığı için üzüldü. Yalnızdı. Venedik’e gitti, o ve karısının hep gitmekten söz ettikleri bir şehir. Ama Venedik tam bir hayal kırıklığıydı. Kalamar tava yiyen tek kollu bir adam gördü; baktığı her yerde pis, su lekeli binalar vardı. Trenle Milano’ya gitti, dört yıldızlı bir otele kayıt yaptırdı ve geceyi Sony renkli televizyonda futbol maçı seyrederek geçirdi, ta ki kanalın yayını bitene dek. Ertesi sabah kalktı ve istasyona gitme zamanı gelene kadar şehirde dolaştı. Strasbourg’da vereceği molayı gezisinin doruk noktası olarak planlamıştı. Bir ya da iki, bilemedin üç gün sonra –nasıl gittiğine bakacaktı- Paris’e gidecek ve uçakla eve dönecekti. Yabancılara derdini anlatmaya çalışmaktan yorulmuştu, geri döndüğüne memnun olacaktı.
   Birisi tuvaletin kapısını kurcaladı. Myers gömleğini pantolonunun içine sokmayı bitirdi. Kemerini bağladı. Sonra kapının kilidini açtı ve trenin hareketiyle sallanarak kompartımanına geri döndü. Kapıyı açınca, ceketinin kaldırılmış olduğunu hemen gördü. Bıraktığından farklı bir koltukta duruyordu. Gülünç ama potansiyel olarak ciddi bir duruma girdiğini hissetti. Ceketi alırken kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Elini içcebe götürüp pasaportunu çıkardı. Cüzdanını arka cebinde taşırdı. Yani cüzdanı ve pasaportu hâlâ duruyordu. Ceketinin öbür ceplerini yokladı. Oğlana aldığı hediye kayıptı; Roma’da bir dükkândan alınma pahalı bir Japon kol saati. Güvenli olsun diye ceketi saatinin içcebinde taşımıştı. Şimdi saat gitmişti.
   “Pardon,” dedi adama; bacaklar açık, şapka gözlerinin üzerinde, koltuğa gömülmüştü adam. “Pardon.” Adam şapkayı geriye itip gözlerini açtı. Kendini yukarı çekip Myers’a baktı. Gözleri iri iriydi. Rüya görmüş olabilirdi. Olmayabilirdi de.
   Myers, “Buraya giren birini gördünüz mü?” dedi. Ama adamın Myers’ın ne dediğini anlamadığı belliydi. Myers’a göre, hiçbir şeyi kavrayamadığını belli eden bir bakışla gözlerini dikmiş, ona bakmaya devam ediyordu. Ama belki de başka bir şey vardı, Myers böyle düşündü. Belki de o bakış kurnazlığı ve hilekârlığı maskeliyordu. Myers adamın dikkatini çekmek için ceketini silkeledi. Sonra elini cebine sokup karıştırdı. Gömleğinin kolunu geriye çekip adama kendi kol saatini gösterdi. Adam Myers’a sonra da Myers’ın saatine baktı. Afallamış gibiydi. Myers saatin yüzüne hafifçe vurdu. Öbür elini tekrar ceketinin cebine soktu ve bir şey aranıyormuş gibi bir hareket yaptı. Myers saati bir kez daha gösterdi ve parmaklarını salladı, kol saatinin kayıplara karıştığını ifade ettiğini umdu.
   Adam omuz silkti ve başını iki yana salladı.
   “Allah kahretsin,” dedi Myers hüsranla. Ceketini giyip koridora çıktı. Kompartımanda bir dakika daha kalamazdı. Adama vurabileceğinden korkuyordu. Hırsızı görüp tanımayı umar gibi koridorda bir aşağı bir yukarı baktı. Ama etrafta kimse yoktu. Belki de kompartımanını paylaşan adam almamıştı kol saatini. Belki de başka birisi, tuvaletin kapısını kurcalayan kişi, kompartımanın önünden geçmiş, ceketi ve uyuyan adamı görmüş, kapıyı açıp cepleri yoklamış ve kapıyı kapatıp uzaklaşmıştı.
   Myers öteki kompartımanlara göz atarak yavaşça vagonun sonuna yürüdü. Bu birinci sınıf vagon kalabalık değildi ama her kompartımanda birer ikişer kiş vardı. Çoğu uyuyordu ya da uyuyor gibiydi. Gözleri kapalıydı, başları ise koltukta arkaya doğru yaslanmıştı. Bir kompartımanda, kendi yaşlarında bir adam pencerenin yanına oturmuş, kırlara bakıyordu. Myers camın önünde durup ona baktığında, adam dönüp sert bakışlarla onu süzdü.
   Myers ikinci sınıf vagonuna geçti. Bu vagondaki kompartımanlar kalabalıktı; yer yer her birinde beş-altı yolcu vardı ve insanlar daha çaresizdi, bir bakışta anlayabildi bunu. Çoğu uyanıktı –rahat uyumak mümkün değildi- ve Myers geçerken gözlerini ona çevirdiler. Yabancılar, diye düşündü. Kompartımandaki adam saati almadıysa o zaman hırsızın bu kompartımanlardan birinden olduğu belliydi. Ama ne yapabilirdi? Durum umutsuzdu. Saat gitmişti. Şimdi başka birinin cebindeydi. Contrôleur’ün neler olup bittiğini anlamasını sağlamayı umut edemezdi. Sağlayabilse bile, sonra ne olacaktı? Kendi kompartımanına geri döndü. İçeriye baktı ve adamın, gözlerinin üzerinde şapkası, yine yayılmış olduğunu gördü.
   Myers adamın bacaklarının üzerinden atlayıp pencere tarafındaki koltuğa oturdu.
Öfkeden sersemlemişti. Şimdi şehrin dış mahallelerindeydiler. Çiftlikler ve otlaklar yerini, binaların ön cephesindeki telaffuz edilemez isimleriyle sanayi tesislerine bırakmıştı. Tren yavaşlamaya başladı. Myers şehrin sokaklarında dolaşan ve hemzemin geçitlerde sıraya girmiş, trenin geçmesini bekleyen otomobilleri görebiliyordu. Ayağa kalkıp bavulunu indirdi. Pencereden bu nefretlik yere bakarken onu kucağında tuttu.
   Oğlanı aslında görmek istemediği geldi aklına. Bunu anlamak onu sarstı ve bir an bunun kötülüğüyle küçüldüğünü hissetti. Başını iki yana salladı. Aptalca işlerle dolu bir ömürde, bu gezi herhalde şimdiye kadar yaptığı en aptalca şeydi. Ama gerçek şu ki, tutumuyla uzun zaman önce kendisini Myers’ın sevgisinden soyutlayan bu oğlanı gerçekten görmeyi arzu etmiyordu. Bir keresinde üzerine çullanan oğlanın yüzünü birdenbire ve büyük bir netlikle hatırladı ve bir burukluk dalgası Myers’ı yalayıp geçti. Bu oğlan Myers’ın gençliğini tüketmiş, flört ettiği ve evlendiği genç kızı sinirli, alkolik bir kadına çevirmiş, ona kâh acımış kâh zorbalık etmişti. Nefret ettiği birini görmek için bunca yolu ne demeye gelmişti, Myers kendi kendine bunu sordu. Oğlanın elini, düşmanının elini sıkmak istemiyordu, omzunu sıvazlayıp onunla çene çalmak zorunda kalmak istemiyordu. Ona annesini sormak zorunda kalmak istemiyordu.
   Tren istasyona girerken, koltukta öne doğru oturdu. Trenin haberleşme sisteminden Fransızca bir anons yapıldı. Myers’ın karşısındaki adam kıpırdanmaya başladı. Şapkasını düzeltti ve koltukta doğrulup oturdu, o sırada hoparlörden başka bir Fransızca cümle yükseldi. Myers söylenen hiçbir şeyi anlamadı. Tren yavaşlayıp sonra da dururken huzursuzluğu arttı. Kompartımandan ayrılmamaya karar verdi. Tren kalkana kadar olduğu yerde oturacaktı. Tren kalktığında da içinde olacaktı, trenle Paris’e devam edecekti, işte o kadar. Pencereden dikkatle baktı, camda oğlanın yüzünü görmekten korkuyordu. Böyle bir şey olursa ne yapacağını bilmiyordu. Yumruğunu sallamaktan korkuyordu. Peronda ceketli ve eşarplı birkaç kişi gördü, bavullarının yanında duruyor, trene binmeyi bekliyorlardı. Başka birkaç kişi bagajsız, elleri ceplerinde bekliyordu, belli ki birileriyle buluşacaklardı. Oğlu bekleyenlerden biri değildi; ama bu onun oralarda bir yerlerde olmadığı anlamına gelmiyordu tabii. Myers bavulu kucağından yere indirdi ve koltuğunda biraz kaydı.
   Karşısındaki adam esniyor ve pencereden bakıyordu. Şimdi bakışlarını Myers’a çevirdi. Şapkasını çıkardı ve elini saçlarında gezdirdi. Sonra şapkayı tekrar taktı, ayağa kalktı ve çantasını raftan çekerek indirdi. Kompartımanın kapısını açtı. Ama dışarı çıkmadan önce dönüp istasyonu işaret etti.
   “Strasbourg,” dedi adam.
   Myers başını çevirdi.
   Adam bir an daha bekledi, sonra da çantasıyla ve –Myers emindi- kol saatiyle koridora çıktı. Ama bu onu endişelendiren son şeydi. Tren penceresinden bir kez daha baktı. İstasyonun kapısında durmuş, sigara içen önlüklü bir adam gördü. Adam, kucağında bebek olan uzun etekli bir kadına bir şeyler açıklayan iki tren görevlisini izliyordu. Kadın dinledi, sonra başını salladı ve biraz daha dinledi. Bebeği bir kolundan ötekine geçirdi. Adamlar konuşmaya devam ettiler. Kadın dinledi. Adamlardan biri bebeğin gıdısını okşadı. Kadın başını eğip baktı ve gülümsedi. Bebeği yine öbür koluna geçirdi ve biraz daha dinledi. Myers, vagonun biraz ilerisinde, peronda birbirine sarılmış genç bir çift gördü. Sonra genç adam genç kadını bıraktı. Bir şeyler söyledi, valizini yerden aldı ve trene binmek için ilerledi. Kadın onun gidişini izledi. Bir elini yüzüne götürdü, başparmağının alt kısmıyla önce bir gözüne, sonra ötekine dokundu. Bir an sonra Myers onun peronda ilerlediğini gördü, birisini takip ediyormuş gibi gözleri erkeğin bulunduğu vagona takılmıştı. Myers bakışlarını kadından uzaklaştırıp istasyonun bekleme odasının üzerindeki büyük saate dikti. Peronda bir aşağı bir yukarı baktı. Oğlan görünürlerde yoktu. Uyuyakalmış olması mümkündü veya o da fikrini değiştirmiş olabilirdi. Her halükârda, Myers rahatladı. Yeniden saate, sonra da oturduğu pencereye doğru aceleyle gelmekte olan genç kadına baktı. Kadın cama çarpacakmış gibi geriye çekildi Myers.
   Kompartımanın kapısı açıldı. Dışarda gördüğü genç adam kapıyı arkasından kapatıp, “Bonjour,” dedi. Karşılık beklemeden valizini başüstü rafına fırlattı ve pencerenin yanına geçti. “Pardonnez-moi.” Pencereyi aşağıya çekti. “Marie,” dedi. Genç kadın aynı anda hem gülüp hem ağlamaya başladı. Genç adam onun ellerini yukarıya alıp parmaklarını öpmeye başladı.
   Myers başını çevirip dişlerini sıktı. Tren görevlilerinin son bağırışlarını duydu. Birisi düdük çaldı. Az sonra tren perondan uzaklaşmaya başladı. Genç adam kadının ellerini bırakmıştı ama tren ilerlerken ona el sallamaya devam etti.
   Tren kısa bir mesafe gitti, demiryolu bakım ve manevra istasyonunun açık alanına girdi, sonra da Myers trenin aniden durduğunu hissetti. Genç adam pencereyi kapatıp kapı tarafındaki koltuğa geçti. Ceketinden bir gazete çıkarıp okumaya başladı. Myers ayağa kalkıp kapıyı açtı. Koridorun sonuna, vagonların birbirine eklenmiş olduğu yere yürüdü. Neden durduklarını bilmiyordu. Belki de ters giden birşeyler vardı. Pencereye ilerledi. Ama tek görebildiği, trenlerin hazırlandığı, vagonların çıkarıldığı ya da bir trenden öbürüne aktarıldığı grift bir ray sistemiydi. Pencereden geriye çekildi. Bitişik vagonun kapısındaki levhada POUSSEZ yazıyordu. Myers levhaya yumruğunu vurdu ve kapı kayarak açıldı. Yeniden ikinci sınıf vagonundaydı. Uzun bir geziye hazırlanıyormuş gibi yerleşmekte olan insarlarla dolu bir dizi kompartımanın yanından geçti. Birisinden bu trenin nereye gittiğini öğrenmeliydi. Bileti aldığı zaman, Strasbourg treni Paris’e devam edecek diye anlamıştı. Ama başını kompartımanlardan birine uzatmanın ve son noktaya varıp varmadıklarını sorar gibi, “Pari?” ya da nasıl diyorlarsa öyle demenin küçük düşürücü olacağını düşünüyordu. Büyük bir tangırtı duydu ve tren biraz geriledi. İstasyonu yeniden görebiliyordu; bir kez daha oğlunu düşündü. Belki de geride bir yerde durmuş, istasyona gitmek için acele etmekten nefes nefese, babasına ne olduğunu merak ediyordu. Myers başını iki yana salladı.
   İçinde bulunduğu vagon altında gıcırdadı ve inledi, sonra ağır bir şey çarpıp yerine oturdu. Myers dışardaki ray labirentine baktı ve trenin yeniden hareket etmeye başladığını fark etti. Dönüp aceleyle vagonun sonuna gitti ve seyahat etmiş olduğu vagona geçti. Koridorun öbür ucundaki kompartımana yürüdü. Ama gazeteli genç adam gitmişti. Zaten bu onun kompartımanı değildi. Tren bakım ve manevra istasyonundayken onun vagonunu ayırmış ve trene başka bir ikinci sınıf vagon eklemiş olmaları gerektiğini anlayınca irkildi.
   Vagonunun ve dolayısıyla valizinin istasyonda kaldığını anlayınca, kendini henüz tam da hızlanmamış olan trenden dışarı attı. Yanlamasına düştü. Bir kolu ve bacağı incinmiş, pantolonu yırtılmıştı. Biraz uyuyabilseydim bu olmazdı diye düşündü. Uykusuzluk ve geçirdiği öfke hali içini dışını titretiyordu. Duran vagonlara doğru yürümeye başladı. Trenden atlamış olamazdı, olsa olsa "biri beni itmiştir" dedi kendi kendine. Aynı anda atladığını hatırladı. Valizi taşıyacak gücü olmadığına kanaat getirip vagonları es geçti. Oturacak bir yer arıyordu, istasyona vardığında ilk bulduğu banka oturup uyudu. Rüyasında kendini, oğluna aldığı saati valize koyarken gördü. Uyandı. Rüyasını hatırlamıyordu. Olsa olsa bir saat geçmiş olabilirdi, uyumadan önce saate bakmamıştı.
   İstasyon kalabalıklaşmıştı. İnsanların yüzlerine bakarken oğluyla göz göze geldiler. O da hissetti ama oğlan kadar emin değildi karşısındakinin buluşacağı insan olduğundan. Birbirlerine yaklaşıp, tokalaşıp ne yaptıklarını bilmez bir halde kucaklaşır gibi oldular. İstasyondan ve kalabalıktan bir an önce kaçmaya dair sözsüz bir anlaşmaları varmış gibi hızla dışarı çıkıp ilk gördükleri taksiye atladılar. Myers takside yine uyuyakaldı. Ve bu kez rüyasında: "Neden yazdım sana?" diye sordu oğlan. "Neden?" dedi Myers. "Seninle tanışmak istedim." dedi oğlan. Myers şaşkınlıkla uyandı. Rüyasını hatırlamıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder