Bu kez bir temrin, yazma temrini; Carver'ın Katedral isimli
kitabından, Kompartıman isimli hikayeyi sonunu değiştirerek yazıyorum.
KOMPARTIMAN
Strasbourg'da üniversitede okuyan oğlunu
ziyaret etmek için yola düşen Myers, birinci sınıf vagonda Fransa'yı kat
ediyordu. Oğlanı sekiz yıldır görmemişti. Bu süre boyunca telefonla
konuşmamışlar, Myers ile oğlanın annesi kendi yollarına gittiklerinden beri
-oğlan annesiyle kalıyordu- kartpostal bile yollamamışlardı. Myers her zaman,
kişisel ilişkilerine oğlanın kötü niyetle burnunu sokmasının, nihai kopuşu
hızlandırdığına inanmıştı.
Myers'ın oğlunu son görüşünde oğlan şiddetli
bir tartışma sırasında onun üzerine çullanmıştı. Myers'ın karısı büfenin
yanında durmuş, porselen tabakları birbiri ardına yemek odasının zeminine
bırakıyordu. Sonra fincanlara geçmişti. "Bu kadarı yeter," demişti
Myers ve o anda oğlan ona saldırmıştı. Myers yana adım atıp onu kafakola
almıştı, bu sırada oğlan ağlayarak Myers'ın sırtını ve böbreklerini
yumrukluyordu. Myers onu eline geçirmişti ve hazır eline geçirmişken, bundan en
iyi şekilde faydalanmıştı. Onu duvara çalmış ve öldürmekle tehdit etmişti.
Ciddiydi. "Sana ben hayat verdim," diye bağırdığını hatırlıyordu
Myers. "Onu geri almasını da bilirim!"
Şimdi o korkunç sahneyi düşününce Myers, tüm
bunlar sanki başka birine olmuş gibi başını iki yana salladı. Öyle de olmuştu.
Aynı kişi değildi artık. Bugünlerde yalnız yaşıyordu ve iş dışında pek kimseyle
ilişkisi olmuyordu. Geceleri klasik müzik dinliyor ve su kuşu avlamakta kullanılan
yapma kuşlar üzerine kitaplar okuyordu.
Bir sigara yaktı ve trenin penceresinden
dışarıya bakmaya devam etti, kapının yanındaki koltukta oturan ve şapkasını
gözlerinin üzerine çekmiş uyuyan adamı görmezden geldi. Sabahın erken
saatleriydi, dışarıdan geçen yeşil tarlaların üzerinde pus asılıydı. Myers ara
sıra bir çiftlik evi ve ek binalarını görüyordu, hepsi bir duvarla çevriliydi.
Bunun iyi bir yaşam tarzı olabileceğini düşündü; duvarla çevrili eski bir evde
yaşamak.
Saat altıyı geçiyordu. Myers, önceki gece on
birde Milano'da trene bindiğinden beri uyumamıştı.Tren Milano'dan ayrıldığında,
kompartıman kendisine kaldığı için kendini şanslı saymıştı. Işığı açık bıraktı
ve rehber kitaplara baktı. Anlattıkları yere gelmeden önce okumuş olmayı dilediği
şeyler okudu. Görmüş ve yapmış olması gereken çok şey öğrendi. Bir anlamda,
ülke hakkında bazı şeyleri ilk ve kuşkusuz son ziyaretinden sonra, tam da
İtalya'yı ardında bırakırken öğrenmiş olduğuna üzülüyordu.
Rehber kitapları bavuluna kaldırdı, bavulu baş
üstü rafına koydu ve battaniye gibi kullanabilmek için ceketini çıkardı. Işığı
söndürdü ve kararmış kompartımanda gözleri kapalı oturdu; uykusunun gelmesini
umdu.
Uzun gibi gelen bir süreden sonra, tam uykuya
dalacağını düşünürken tren yavaşlamaya başladı. Basel dışında küçük bir
istasyonda durdu. Orada, koyu renk takım elbiseli ve şapkalı, orta yaşlı bir
adam kompartımana girdi. Adam Myers'a Myers'ın anlamadığı bir dilde bir şeyler
söyledi, sonra da deri çantasını yukarıdaki rafa koydu. Kompartımanın öbür
tarafına oturdu ve omuzlarını doğrulttu. Sonra şapkasını gözlerinin üzerine
çekti. Tren yeniden hareket ettiği sırada adam uyumuştu ve usulca horluyordu.
Myers ona imrendi. Birkaç dakika sonra İsviçreli bir yetkili kompartımanın
kapısını açıp ışığı yaktı. Yetkili, İngilizce olarak ve başka bir dilde
-Almanca olduğunu varsaydı Myers- pasaportlarını görmek istedi. Myers'la
birlikte kompartımanda olan adam şapkayı tekrar başına itti, gözlerini
kırpıştırdı ve ceketinin cebine uzandı. Yetkili pasaportu inceledi, adama
dikkatle baktı ve belgeyi ona geri verdi. Myers kendi pasaportunu uzattı.
Yetkili bilgileri okudu, fotoğrafı inceledi ve Myers'a baktıktan sonra başını
sallayıp pasaportu geri verdi. Çıkarken ışığı söndürdü. Myers'ın karşısındaki
adam şapkayı gözlerinin üzerine çekti ve bacaklarını uzattı. Myers onun hemen
uykuya geri döneceğini tahmin etti ve bir kez daha imrendi.
Ondan sonra uyanık kaldı ve oğluyla
buluşmasını düşünmeye başladı, sadece birkaç saat kalmıştı. Oğlanı istasyonda
görünce nasıl davranacaktı? Ona sarılmalı mıydı? Bu olasılık onu rahatsız etti.
Yoksa sadece elini uzatmalı, bu sekiz yıl hiç yaşanmamış gibi gülümsemeli ve
oğlanın omzunu mu sıvazlamalıydı? Belki oğlan birkaç kelime söylerdi: Seni gördüğüme sevindim... Yolculuk
nasıldı? Myers da... bir şey
söylerdi. Ne söyleyeceğini gerçekten bilmiyordu.
Fransız contrôleur kompartımanın önünden geçti. İçerideki
Myers'a ve Myers'ın karşısında uyuyan adama baktı. Aynı contrôleur biletlerini zaten zımbalamıştı, o
yüzden Myers başını çevirdi ve pencereden bakmaya devam etti. Daha fazla ev
görünmeye başladı. Ama artık duvarlar yoktu, evler de daha küçük ve birbirine
daha yakındı. Myers, çok geçmeden bir Fransız köyü göreceğinden emindi. Pus
kalkıyordu. Tren düdüğünü öttürdü ve üzerindeki bariyerin indirilmiş olduğu bir
hemzemin geçitten hızla geçti. Myers, saçını tokalarla tutturmuş, üzerinde
süveter olan genç bir kadın gördü; bisikletiyle durmuş, vagonların hızla
geçmesini izliyordu.
Annen nasıl? diyebilirdi oğlana, yürüyerek istasyondan
biraz uzaklaştıktan sonra. Annenden
haber alıyor musun? Çılgınca
bir an, Myers'ın aklına onun ölmüş olabileceği geldi. Ama sonra böyle
olamayacağını anladı, duyardı - öyle ya da böyle, duyardı. Bunları düşünmeye
devam ederse kalbinin kırılabileceğini biliyordu. Gömleğinin en üst düğmesini
ilikledi ve kravatını düzeltti. Ceketini yanındaki koltuğa koydu.
Ayakkabılarını bağladı, ayağa kalktı ve uyuyan adamın bacaklarının üzerinden
atladı. Kendini kompartımandan dışarı attı.
Myers vagonun sonuna doğru ilerlerken kendini
dengelemek için koridor boyunca elini pencerelere dayamak zorunda kaldı. Küçük
tuvaletin kapısını kapatıp kilitledi. Sonra suyu açıp yüzüne su çarptı. Tren
bir dönemece girdi, hâlâ aynı yüksek hızdaydı, Myers dengesini kaybetmemek için
lavaboya tutunmak zorunda kaldı.
Oğlanın mektubu birkaç ay önce eline geçmişti.
Mektup kısaydı. Fransa'da yaşadığını ve bir yıldır Strasbourg'da üniversitede
okuduğunu yazıyordu. Fransa'ya gitmenin nereden aklına estiğine ya da Fransa
öncesi yıllarda ne yapmış olduğuna dair bir bilgi yoktu. Mektupta oğlanın
annesinden söz edilmemesinin son derece yerinde olduğunu düşündü Myers; durumu
ya da bulunduğu yer hakkında hiçbir ipucu yoktu. Ama oğlan mektubu açıklanamaz
bir biçimde, Sevgiler sözcüğüyle bitirmişti ve bu, uzun bir
süre Myers'ın aklını kurcalamıştı. Nihayet mektubu cevaplamıştı. Biraz kafa
yorduktan sonra, bir süredir Avrupa'ya küçük bir gezi yapmayı düşündüğünü
yazdı. Oğlan onunla Strasbourg'daki istasyonda buluşmak ister miydi? Mektubunu,
"Sevgiler, baban," diye imzaladı. Oğlandan cevap almıştı, sonra da
ayarlamalarını yaptı. Sekreteri ve birkaç iş arkadaşı dışında, uzaklara
gideceğini söyleme gereği duyduğu kimsenin olmadığı kafasına dank etti.
Çalıştığı mühendislik firmasında altı haftalık izin biriktirmişti ve bu gezi
için hepsini almaya karar verdi. Şimdi, bunca zamanı Avrupa'da geçirmeye niyeti
olmasa da bunu yaptığına memnundu.
Önce Roma’ya
gitmişti. Ama kendi başına sokaklarda dolaştığı ilk birkaç saatten sonra, bir
guruba katılmayı ayarlayamadığı için üzüldü. Yalnızdı. Venedik’e gitti, o ve
karısının hep gitmekten söz ettikleri bir şehir. Ama Venedik tam bir hayal
kırıklığıydı. Kalamar tava yiyen tek kollu bir adam gördü; baktığı her yerde
pis, su lekeli binalar vardı. Trenle Milano’ya gitti, dört yıldızlı bir otele
kayıt yaptırdı ve geceyi Sony renkli televizyonda futbol maçı seyrederek
geçirdi, ta ki kanalın yayını bitene dek. Ertesi sabah kalktı ve istasyona
gitme zamanı gelene kadar şehirde dolaştı. Strasbourg’da vereceği molayı gezisinin
doruk noktası olarak planlamıştı. Bir ya da iki, bilemedin üç gün sonra –nasıl
gittiğine bakacaktı- Paris’e gidecek ve uçakla eve dönecekti. Yabancılara
derdini anlatmaya çalışmaktan yorulmuştu, geri döndüğüne memnun olacaktı.
Birisi tuvaletin
kapısını kurcaladı. Myers gömleğini pantolonunun içine sokmayı bitirdi.
Kemerini bağladı. Sonra kapının kilidini açtı ve trenin hareketiyle sallanarak
kompartımanına geri döndü. Kapıyı açınca, ceketinin kaldırılmış olduğunu hemen
gördü. Bıraktığından farklı bir koltukta duruyordu. Gülünç ama potansiyel
olarak ciddi bir duruma girdiğini hissetti. Ceketi alırken kalbi hızlı hızlı
atmaya başladı. Elini içcebe götürüp pasaportunu çıkardı. Cüzdanını arka
cebinde taşırdı. Yani cüzdanı ve pasaportu hâlâ duruyordu. Ceketinin öbür
ceplerini yokladı. Oğlana aldığı hediye kayıptı; Roma’da bir dükkândan alınma
pahalı bir Japon kol saati. Güvenli olsun diye ceketi saatinin içcebinde
taşımıştı. Şimdi saat gitmişti.
“Pardon,” dedi
adama; bacaklar açık, şapka gözlerinin üzerinde, koltuğa gömülmüştü adam.
“Pardon.” Adam şapkayı geriye itip gözlerini açtı. Kendini yukarı çekip Myers’a
baktı. Gözleri iri iriydi. Rüya görmüş olabilirdi. Olmayabilirdi de.
Myers, “Buraya
giren birini gördünüz mü?” dedi. Ama adamın Myers’ın ne dediğini anlamadığı
belliydi. Myers’a göre, hiçbir şeyi kavrayamadığını belli eden bir bakışla
gözlerini dikmiş, ona bakmaya devam ediyordu. Ama belki de başka bir şey vardı,
Myers böyle düşündü. Belki de o bakış kurnazlığı ve hilekârlığı maskeliyordu.
Myers adamın dikkatini çekmek için ceketini silkeledi. Sonra elini cebine sokup
karıştırdı. Gömleğinin kolunu geriye çekip adama kendi kol saatini gösterdi.
Adam Myers’a sonra da Myers’ın saatine baktı. Afallamış gibiydi. Myers saatin
yüzüne hafifçe vurdu. Öbür elini tekrar ceketinin cebine soktu ve bir şey
aranıyormuş gibi bir hareket yaptı. Myers saati bir kez daha gösterdi ve
parmaklarını salladı, kol saatinin kayıplara karıştığını ifade ettiğini umdu.
Adam omuz silkti
ve başını iki yana salladı.
“Allah kahretsin,”
dedi Myers hüsranla. Ceketini giyip koridora çıktı. Kompartımanda bir dakika
daha kalamazdı. Adama vurabileceğinden korkuyordu. Hırsızı görüp tanımayı umar
gibi koridorda bir aşağı bir yukarı baktı. Ama etrafta kimse yoktu. Belki de
kompartımanını paylaşan adam almamıştı kol saatini. Belki de başka birisi,
tuvaletin kapısını kurcalayan kişi, kompartımanın önünden geçmiş, ceketi ve
uyuyan adamı görmüş, kapıyı açıp cepleri yoklamış ve kapıyı kapatıp
uzaklaşmıştı.
Myers öteki
kompartımanlara göz atarak yavaşça vagonun sonuna yürüdü. Bu birinci sınıf
vagon kalabalık değildi ama her kompartımanda birer ikişer kiş vardı. Çoğu
uyuyordu ya da uyuyor gibiydi. Gözleri kapalıydı, başları ise koltukta arkaya
doğru yaslanmıştı. Bir kompartımanda, kendi yaşlarında bir adam pencerenin
yanına oturmuş, kırlara bakıyordu. Myers camın önünde durup ona baktığında,
adam dönüp sert bakışlarla onu süzdü.
Myers ikinci sınıf
vagonuna geçti. Bu vagondaki kompartımanlar kalabalıktı; yer yer her birinde
beş-altı yolcu vardı ve insanlar daha çaresizdi, bir bakışta anlayabildi bunu.
Çoğu uyanıktı –rahat uyumak mümkün değildi- ve Myers geçerken gözlerini ona
çevirdiler. Yabancılar, diye düşündü. Kompartımandaki adam saati almadıysa o
zaman hırsızın bu kompartımanlardan birinden olduğu belliydi. Ama ne
yapabilirdi? Durum umutsuzdu. Saat gitmişti. Şimdi başka birinin cebindeydi. Contrôleur’ün neler olup bittiğini anlamasını sağlamayı
umut edemezdi. Sağlayabilse bile, sonra ne olacaktı? Kendi kompartımanına geri
döndü. İçeriye baktı ve adamın, gözlerinin üzerinde şapkası, yine yayılmış
olduğunu gördü.
Myers adamın bacaklarının üzerinden atlayıp
pencere tarafındaki koltuğa oturdu.
Öfkeden sersemlemişti. Şimdi
şehrin dış mahallelerindeydiler. Çiftlikler ve otlaklar yerini, binaların ön
cephesindeki telaffuz edilemez isimleriyle sanayi tesislerine bırakmıştı. Tren
yavaşlamaya başladı. Myers şehrin sokaklarında dolaşan ve hemzemin geçitlerde
sıraya girmiş, trenin geçmesini bekleyen otomobilleri görebiliyordu. Ayağa
kalkıp bavulunu indirdi. Pencereden bu nefretlik yere bakarken onu kucağında
tuttu.
Oğlanı aslında görmek istemediği geldi
aklına. Bunu
anlamak onu sarstı ve bir an bunun kötülüğüyle küçüldüğünü hissetti. Başını iki
yana salladı. Aptalca işlerle dolu bir ömürde, bu gezi herhalde şimdiye kadar
yaptığı en aptalca şeydi. Ama gerçek şu ki, tutumuyla uzun zaman önce kendisini
Myers’ın sevgisinden soyutlayan bu oğlanı gerçekten görmeyi arzu etmiyordu. Bir
keresinde üzerine çullanan oğlanın yüzünü birdenbire ve büyük bir netlikle
hatırladı ve bir burukluk dalgası Myers’ı yalayıp geçti. Bu oğlan Myers’ın
gençliğini tüketmiş, flört ettiği ve evlendiği genç kızı sinirli, alkolik bir
kadına çevirmiş, ona kâh acımış kâh zorbalık etmişti. Nefret ettiği birini
görmek için bunca yolu ne demeye gelmişti, Myers kendi kendine bunu sordu.
Oğlanın elini, düşmanının elini sıkmak istemiyordu, omzunu sıvazlayıp onunla
çene çalmak zorunda kalmak istemiyordu. Ona annesini sormak zorunda kalmak
istemiyordu.
Tren istasyona girerken, koltukta öne doğru
oturdu. Trenin haberleşme sisteminden Fransızca bir anons yapıldı. Myers’ın
karşısındaki adam kıpırdanmaya başladı. Şapkasını düzeltti ve koltukta doğrulup
oturdu, o sırada hoparlörden başka bir Fransızca cümle yükseldi. Myers söylenen
hiçbir şeyi anlamadı. Tren yavaşlayıp sonra da dururken huzursuzluğu arttı.
Kompartımandan ayrılmamaya karar verdi. Tren kalkana kadar olduğu yerde oturacaktı.
Tren kalktığında da içinde olacaktı, trenle Paris’e devam edecekti, işte o
kadar. Pencereden dikkatle baktı, camda oğlanın yüzünü görmekten korkuyordu.
Böyle bir şey olursa ne yapacağını bilmiyordu. Yumruğunu sallamaktan
korkuyordu. Peronda ceketli ve eşarplı birkaç kişi gördü, bavullarının yanında
duruyor, trene binmeyi bekliyorlardı. Başka birkaç kişi bagajsız, elleri
ceplerinde bekliyordu, belli ki birileriyle buluşacaklardı. Oğlu bekleyenlerden
biri değildi; ama bu onun oralarda bir yerlerde olmadığı anlamına gelmiyordu
tabii. Myers bavulu kucağından yere indirdi ve koltuğunda biraz kaydı.
Karşısındaki adam esniyor ve pencereden
bakıyordu. Şimdi bakışlarını Myers’a çevirdi. Şapkasını çıkardı ve elini saçlarında
gezdirdi. Sonra şapkayı tekrar taktı, ayağa kalktı ve çantasını raftan çekerek
indirdi. Kompartımanın kapısını açtı. Ama dışarı çıkmadan önce dönüp istasyonu
işaret etti.
“Strasbourg,” dedi adam.
Myers başını çevirdi.
Adam bir an daha bekledi, sonra da
çantasıyla ve –Myers emindi- kol saatiyle koridora çıktı. Ama bu onu
endişelendiren son şeydi. Tren penceresinden bir kez daha baktı. İstasyonun kapısında
durmuş, sigara içen önlüklü bir adam gördü. Adam, kucağında bebek olan uzun
etekli bir kadına bir şeyler açıklayan iki tren görevlisini izliyordu. Kadın
dinledi, sonra başını salladı ve biraz daha dinledi. Bebeği bir kolundan
ötekine geçirdi. Adamlar konuşmaya devam ettiler. Kadın dinledi. Adamlardan
biri bebeğin gıdısını okşadı. Kadın başını eğip baktı ve gülümsedi. Bebeği yine
öbür koluna geçirdi ve biraz daha dinledi. Myers, vagonun biraz ilerisinde,
peronda birbirine sarılmış genç bir çift gördü. Sonra genç adam genç kadını
bıraktı. Bir şeyler söyledi, valizini yerden aldı ve trene binmek için
ilerledi. Kadın onun gidişini izledi. Bir elini yüzüne götürdü, başparmağının
alt kısmıyla önce bir gözüne, sonra ötekine dokundu. Bir an sonra Myers onun
peronda ilerlediğini gördü, birisini takip ediyormuş gibi gözleri erkeğin
bulunduğu vagona takılmıştı. Myers bakışlarını kadından uzaklaştırıp istasyonun
bekleme odasının üzerindeki büyük saate dikti. Peronda bir aşağı bir yukarı
baktı. Oğlan görünürlerde yoktu. Uyuyakalmış olması mümkündü veya o da fikrini
değiştirmiş olabilirdi. Her halükârda, Myers rahatladı. Yeniden saate, sonra da
oturduğu pencereye doğru aceleyle gelmekte olan genç kadına baktı. Kadın cama
çarpacakmış gibi geriye çekildi Myers.
Kompartımanın kapısı açıldı. Dışarda gördüğü
genç adam kapıyı arkasından kapatıp, “Bonjour,”
dedi. Karşılık beklemeden valizini başüstü rafına fırlattı ve pencerenin yanına
geçti. “Pardonnez-moi.” Pencereyi
aşağıya çekti. “Marie,” dedi. Genç kadın aynı anda hem gülüp hem ağlamaya
başladı. Genç adam onun ellerini yukarıya alıp parmaklarını öpmeye başladı.
Myers başını çevirip dişlerini sıktı. Tren
görevlilerinin son bağırışlarını duydu. Birisi düdük çaldı. Az sonra tren
perondan uzaklaşmaya başladı. Genç adam kadının ellerini bırakmıştı ama tren
ilerlerken ona el sallamaya devam etti.
Tren kısa bir mesafe gitti, demiryolu bakım
ve manevra istasyonunun açık alanına girdi, sonra da Myers trenin aniden
durduğunu hissetti. Genç adam pencereyi kapatıp kapı tarafındaki koltuğa geçti.
Ceketinden bir gazete çıkarıp okumaya başladı. Myers ayağa kalkıp kapıyı açtı.
Koridorun sonuna, vagonların birbirine eklenmiş olduğu yere yürüdü. Neden
durduklarını bilmiyordu. Belki de ters giden birşeyler vardı. Pencereye
ilerledi. Ama tek görebildiği, trenlerin hazırlandığı, vagonların çıkarıldığı
ya da bir trenden öbürüne aktarıldığı grift bir ray sistemiydi. Pencereden
geriye çekildi. Bitişik vagonun kapısındaki levhada POUSSEZ yazıyordu. Myers levhaya yumruğunu vurdu ve kapı kayarak
açıldı. Yeniden ikinci sınıf vagonundaydı. Uzun bir geziye hazırlanıyormuş gibi
yerleşmekte olan insarlarla dolu bir dizi kompartımanın yanından geçti.
Birisinden bu trenin nereye gittiğini öğrenmeliydi. Bileti aldığı zaman,
Strasbourg treni Paris’e devam edecek diye anlamıştı. Ama başını kompartımanlardan
birine uzatmanın ve son noktaya varıp varmadıklarını sorar gibi, “Pari?” ya da nasıl diyorlarsa öyle
demenin küçük düşürücü olacağını düşünüyordu. Büyük bir tangırtı duydu ve tren
biraz geriledi. İstasyonu yeniden görebiliyordu; bir kez daha oğlunu düşündü.
Belki de geride bir yerde durmuş, istasyona gitmek için acele etmekten nefes
nefese, babasına ne olduğunu merak ediyordu. Myers başını iki yana salladı.
İçinde bulunduğu vagon altında gıcırdadı ve
inledi, sonra ağır bir şey çarpıp yerine oturdu. Myers dışardaki ray
labirentine baktı ve trenin yeniden hareket etmeye başladığını fark etti. Dönüp
aceleyle vagonun sonuna gitti ve seyahat etmiş olduğu vagona geçti. Koridorun
öbür ucundaki kompartımana yürüdü. Ama gazeteli genç adam gitmişti. Zaten bu
onun kompartımanı değildi. Tren bakım ve manevra istasyonundayken onun vagonunu
ayırmış ve trene başka bir ikinci sınıf vagon eklemiş olmaları gerektiğini
anlayınca irkildi.
Vagonunun ve dolayısıyla valizinin istasyonda kaldığını anlayınca, kendini henüz tam da hızlanmamış olan trenden dışarı attı. Yanlamasına düştü.
Bir kolu ve bacağı incinmiş, pantolonu yırtılmıştı. Biraz uyuyabilseydim bu olmazdı diye düşündü. Uykusuzluk ve geçirdiği
öfke hali içini dışını titretiyordu. Duran vagonlara doğru yürümeye başladı.
Trenden atlamış olamazdı, olsa olsa "biri beni itmiştir" dedi kendi
kendine. Aynı anda atladığını hatırladı. Valizi taşıyacak gücü olmadığına
kanaat getirip vagonları es geçti. Oturacak bir yer arıyordu, istasyona
vardığında ilk bulduğu banka oturup uyudu. Rüyasında kendini, oğluna aldığı
saati valize koyarken gördü. Uyandı. Rüyasını hatırlamıyordu. Olsa olsa bir
saat geçmiş olabilirdi, uyumadan önce saate bakmamıştı.
İstasyon
kalabalıklaşmıştı. İnsanların yüzlerine bakarken oğluyla göz göze geldiler. O
da hissetti ama oğlan kadar emin değildi karşısındakinin buluşacağı insan
olduğundan. Birbirlerine yaklaşıp, tokalaşıp ne yaptıklarını bilmez bir halde
kucaklaşır gibi oldular. İstasyondan ve kalabalıktan bir an önce kaçmaya dair
sözsüz bir anlaşmaları varmış gibi hızla dışarı çıkıp ilk gördükleri taksiye
atladılar. Myers takside yine uyuyakaldı. Ve bu kez rüyasında: "Neden
yazdım sana?" diye sordu oğlan. "Neden?" dedi Myers.
"Seninle tanışmak istedim." dedi oğlan. Myers şaşkınlıkla uyandı. Rüyasını
hatırlamıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder