Durum, dram, drum

Durum, dram, drum

6 Haziran 2017 Salı

   Bu kez bir temrin, yazma temrini; Carver'ın Katedral isimli kitabından, Kompartıman isimli hikayeyi sonunu değiştirerek yazıyorum.

KOMPARTIMAN

   Strasbourg'da üniversitede okuyan oğlunu ziyaret etmek için yola düşen Myers, birinci sınıf vagonda Fransa'yı kat ediyordu. Oğlanı sekiz yıldır görmemişti. Bu süre boyunca telefonla konuşmamışlar, Myers ile oğlanın annesi kendi yollarına gittiklerinden beri -oğlan annesiyle kalıyordu- kartpostal bile yollamamışlardı. Myers her zaman, kişisel ilişkilerine oğlanın kötü niyetle burnunu sokmasının, nihai kopuşu hızlandırdığına inanmıştı.
   Myers'ın oğlunu son görüşünde oğlan şiddetli bir tartışma sırasında onun üzerine çullanmıştı. Myers'ın karısı büfenin yanında durmuş, porselen tabakları birbiri ardına yemek odasının zeminine bırakıyordu. Sonra fincanlara geçmişti. "Bu kadarı yeter," demişti Myers ve o anda oğlan ona saldırmıştı. Myers yana adım atıp onu kafakola almıştı, bu sırada oğlan ağlayarak Myers'ın sırtını ve böbreklerini yumrukluyordu. Myers onu eline geçirmişti ve hazır eline geçirmişken, bundan en iyi şekilde faydalanmıştı. Onu duvara çalmış ve öldürmekle tehdit etmişti. Ciddiydi. "Sana ben hayat verdim," diye bağırdığını hatırlıyordu Myers. "Onu geri almasını da bilirim!"
   Şimdi o korkunç sahneyi düşününce Myers, tüm bunlar sanki başka birine olmuş gibi başını iki yana salladı. Öyle de olmuştu. Aynı kişi değildi artık. Bugünlerde yalnız yaşıyordu ve iş dışında pek kimseyle ilişkisi olmuyordu. Geceleri klasik müzik dinliyor ve su kuşu avlamakta kullanılan yapma kuşlar üzerine kitaplar okuyordu.
   Bir sigara yaktı ve trenin penceresinden dışarıya bakmaya devam etti, kapının yanındaki koltukta oturan ve şapkasını gözlerinin üzerine çekmiş uyuyan adamı görmezden geldi. Sabahın erken saatleriydi, dışarıdan geçen yeşil tarlaların üzerinde pus asılıydı. Myers ara sıra bir çiftlik evi ve ek binalarını görüyordu, hepsi bir duvarla çevriliydi. Bunun iyi bir yaşam tarzı olabileceğini düşündü; duvarla çevrili eski bir evde yaşamak.
   Saat altıyı geçiyordu. Myers, önceki gece on birde Milano'da trene bindiğinden beri uyumamıştı.Tren Milano'dan ayrıldığında, kompartıman kendisine kaldığı için kendini şanslı saymıştı. Işığı açık bıraktı ve rehber kitaplara baktı. Anlattıkları yere gelmeden önce okumuş olmayı dilediği şeyler okudu. Görmüş ve yapmış olması gereken çok şey öğrendi. Bir anlamda, ülke hakkında bazı şeyleri ilk ve kuşkusuz son ziyaretinden sonra, tam da İtalya'yı ardında bırakırken öğrenmiş olduğuna üzülüyordu.
   Rehber kitapları bavuluna kaldırdı, bavulu baş üstü rafına koydu ve battaniye gibi kullanabilmek için ceketini çıkardı. Işığı söndürdü ve kararmış kompartımanda gözleri kapalı oturdu; uykusunun gelmesini umdu.
   Uzun gibi gelen bir süreden sonra, tam uykuya dalacağını düşünürken tren yavaşlamaya başladı. Basel dışında küçük bir istasyonda durdu. Orada, koyu renk takım elbiseli ve şapkalı, orta yaşlı bir adam kompartımana girdi. Adam Myers'a Myers'ın anlamadığı bir dilde bir şeyler söyledi, sonra da deri çantasını yukarıdaki rafa koydu. Kompartımanın öbür tarafına oturdu ve omuzlarını doğrulttu. Sonra şapkasını gözlerinin üzerine çekti. Tren yeniden hareket ettiği sırada adam uyumuştu ve usulca horluyordu. Myers ona imrendi. Birkaç dakika sonra İsviçreli bir yetkili kompartımanın kapısını açıp ışığı yaktı. Yetkili, İngilizce olarak ve başka bir dilde -Almanca olduğunu varsaydı Myers- pasaportlarını görmek istedi. Myers'la birlikte kompartımanda olan adam şapkayı tekrar başına itti, gözlerini kırpıştırdı ve ceketinin cebine uzandı. Yetkili pasaportu inceledi, adama dikkatle baktı ve belgeyi ona geri verdi. Myers kendi pasaportunu uzattı. Yetkili bilgileri okudu, fotoğrafı inceledi ve Myers'a baktıktan sonra başını sallayıp pasaportu geri verdi. Çıkarken ışığı söndürdü. Myers'ın karşısındaki adam şapkayı gözlerinin üzerine çekti ve bacaklarını uzattı. Myers onun hemen uykuya geri döneceğini tahmin etti ve bir kez daha imrendi.
   Ondan sonra uyanık kaldı ve oğluyla buluşmasını düşünmeye başladı, sadece birkaç saat kalmıştı. Oğlanı istasyonda görünce nasıl davranacaktı? Ona sarılmalı mıydı? Bu olasılık onu rahatsız etti. Yoksa sadece elini uzatmalı, bu sekiz yıl hiç yaşanmamış gibi gülümsemeli ve oğlanın omzunu mu sıvazlamalıydı? Belki oğlan birkaç kelime söylerdi: Seni gördüğüme sevindim... Yolculuk nasıldı? Myers da... bir şey söylerdi. Ne söyleyeceğini gerçekten bilmiyordu.
   Fransız contrôleur kompartımanın önünden geçti. İçerideki Myers'a ve Myers'ın karşısında uyuyan adama baktı. Aynı contrôleur biletlerini zaten zımbalamıştı, o yüzden Myers başını çevirdi ve pencereden bakmaya devam etti. Daha fazla ev görünmeye başladı. Ama artık duvarlar yoktu, evler de daha küçük ve birbirine daha yakındı. Myers, çok geçmeden bir Fransız köyü göreceğinden emindi. Pus kalkıyordu. Tren düdüğünü öttürdü ve üzerindeki bariyerin indirilmiş olduğu bir hemzemin geçitten hızla geçti. Myers, saçını tokalarla tutturmuş, üzerinde süveter olan genç bir kadın gördü; bisikletiyle durmuş, vagonların hızla geçmesini izliyordu.
   Annen nasıl? diyebilirdi oğlana, yürüyerek istasyondan biraz uzaklaştıktan sonra. Annenden haber alıyor musun? Çılgınca bir an, Myers'ın aklına onun ölmüş olabileceği geldi. Ama sonra böyle olamayacağını anladı, duyardı - öyle ya da böyle, duyardı. Bunları düşünmeye devam ederse kalbinin kırılabileceğini biliyordu. Gömleğinin en üst düğmesini ilikledi ve kravatını düzeltti. Ceketini yanındaki koltuğa koydu. Ayakkabılarını bağladı, ayağa kalktı ve uyuyan adamın bacaklarının üzerinden atladı. Kendini kompartımandan dışarı attı.
   Myers vagonun sonuna doğru ilerlerken kendini dengelemek için koridor boyunca elini pencerelere dayamak zorunda kaldı. Küçük tuvaletin kapısını kapatıp kilitledi. Sonra suyu açıp yüzüne su çarptı. Tren bir dönemece girdi, hâlâ aynı yüksek hızdaydı, Myers dengesini kaybetmemek için lavaboya tutunmak zorunda kaldı.
   Oğlanın mektubu birkaç ay önce eline geçmişti. Mektup kısaydı. Fransa'da yaşadığını ve bir yıldır Strasbourg'da üniversitede okuduğunu yazıyordu. Fransa'ya gitmenin nereden aklına estiğine ya da Fransa öncesi yıllarda ne yapmış olduğuna dair bir bilgi yoktu. Mektupta oğlanın annesinden söz edilmemesinin son derece yerinde olduğunu düşündü Myers; durumu ya da bulunduğu yer hakkında hiçbir ipucu yoktu. Ama oğlan mektubu açıklanamaz bir biçimde, Sevgiler sözcüğüyle bitirmişti ve bu, uzun bir süre Myers'ın aklını kurcalamıştı. Nihayet mektubu cevaplamıştı. Biraz kafa yorduktan sonra, bir süredir Avrupa'ya küçük bir gezi yapmayı düşündüğünü yazdı. Oğlan onunla Strasbourg'daki istasyonda buluşmak ister miydi? Mektubunu, "Sevgiler, baban," diye imzaladı. Oğlandan cevap almıştı, sonra da ayarlamalarını yaptı. Sekreteri ve birkaç iş arkadaşı dışında, uzaklara gideceğini söyleme gereği duyduğu kimsenin olmadığı kafasına dank etti. Çalıştığı mühendislik firmasında altı haftalık izin biriktirmişti ve bu gezi için hepsini almaya karar verdi. Şimdi, bunca zamanı Avrupa'da geçirmeye niyeti olmasa da bunu yaptığına memnundu.
   Önce Roma’ya gitmişti. Ama kendi başına sokaklarda dolaştığı ilk birkaç saatten sonra, bir guruba katılmayı ayarlayamadığı için üzüldü. Yalnızdı. Venedik’e gitti, o ve karısının hep gitmekten söz ettikleri bir şehir. Ama Venedik tam bir hayal kırıklığıydı. Kalamar tava yiyen tek kollu bir adam gördü; baktığı her yerde pis, su lekeli binalar vardı. Trenle Milano’ya gitti, dört yıldızlı bir otele kayıt yaptırdı ve geceyi Sony renkli televizyonda futbol maçı seyrederek geçirdi, ta ki kanalın yayını bitene dek. Ertesi sabah kalktı ve istasyona gitme zamanı gelene kadar şehirde dolaştı. Strasbourg’da vereceği molayı gezisinin doruk noktası olarak planlamıştı. Bir ya da iki, bilemedin üç gün sonra –nasıl gittiğine bakacaktı- Paris’e gidecek ve uçakla eve dönecekti. Yabancılara derdini anlatmaya çalışmaktan yorulmuştu, geri döndüğüne memnun olacaktı.
   Birisi tuvaletin kapısını kurcaladı. Myers gömleğini pantolonunun içine sokmayı bitirdi. Kemerini bağladı. Sonra kapının kilidini açtı ve trenin hareketiyle sallanarak kompartımanına geri döndü. Kapıyı açınca, ceketinin kaldırılmış olduğunu hemen gördü. Bıraktığından farklı bir koltukta duruyordu. Gülünç ama potansiyel olarak ciddi bir duruma girdiğini hissetti. Ceketi alırken kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Elini içcebe götürüp pasaportunu çıkardı. Cüzdanını arka cebinde taşırdı. Yani cüzdanı ve pasaportu hâlâ duruyordu. Ceketinin öbür ceplerini yokladı. Oğlana aldığı hediye kayıptı; Roma’da bir dükkândan alınma pahalı bir Japon kol saati. Güvenli olsun diye ceketi saatinin içcebinde taşımıştı. Şimdi saat gitmişti.
   “Pardon,” dedi adama; bacaklar açık, şapka gözlerinin üzerinde, koltuğa gömülmüştü adam. “Pardon.” Adam şapkayı geriye itip gözlerini açtı. Kendini yukarı çekip Myers’a baktı. Gözleri iri iriydi. Rüya görmüş olabilirdi. Olmayabilirdi de.
   Myers, “Buraya giren birini gördünüz mü?” dedi. Ama adamın Myers’ın ne dediğini anlamadığı belliydi. Myers’a göre, hiçbir şeyi kavrayamadığını belli eden bir bakışla gözlerini dikmiş, ona bakmaya devam ediyordu. Ama belki de başka bir şey vardı, Myers böyle düşündü. Belki de o bakış kurnazlığı ve hilekârlığı maskeliyordu. Myers adamın dikkatini çekmek için ceketini silkeledi. Sonra elini cebine sokup karıştırdı. Gömleğinin kolunu geriye çekip adama kendi kol saatini gösterdi. Adam Myers’a sonra da Myers’ın saatine baktı. Afallamış gibiydi. Myers saatin yüzüne hafifçe vurdu. Öbür elini tekrar ceketinin cebine soktu ve bir şey aranıyormuş gibi bir hareket yaptı. Myers saati bir kez daha gösterdi ve parmaklarını salladı, kol saatinin kayıplara karıştığını ifade ettiğini umdu.
   Adam omuz silkti ve başını iki yana salladı.
   “Allah kahretsin,” dedi Myers hüsranla. Ceketini giyip koridora çıktı. Kompartımanda bir dakika daha kalamazdı. Adama vurabileceğinden korkuyordu. Hırsızı görüp tanımayı umar gibi koridorda bir aşağı bir yukarı baktı. Ama etrafta kimse yoktu. Belki de kompartımanını paylaşan adam almamıştı kol saatini. Belki de başka birisi, tuvaletin kapısını kurcalayan kişi, kompartımanın önünden geçmiş, ceketi ve uyuyan adamı görmüş, kapıyı açıp cepleri yoklamış ve kapıyı kapatıp uzaklaşmıştı.
   Myers öteki kompartımanlara göz atarak yavaşça vagonun sonuna yürüdü. Bu birinci sınıf vagon kalabalık değildi ama her kompartımanda birer ikişer kiş vardı. Çoğu uyuyordu ya da uyuyor gibiydi. Gözleri kapalıydı, başları ise koltukta arkaya doğru yaslanmıştı. Bir kompartımanda, kendi yaşlarında bir adam pencerenin yanına oturmuş, kırlara bakıyordu. Myers camın önünde durup ona baktığında, adam dönüp sert bakışlarla onu süzdü.
   Myers ikinci sınıf vagonuna geçti. Bu vagondaki kompartımanlar kalabalıktı; yer yer her birinde beş-altı yolcu vardı ve insanlar daha çaresizdi, bir bakışta anlayabildi bunu. Çoğu uyanıktı –rahat uyumak mümkün değildi- ve Myers geçerken gözlerini ona çevirdiler. Yabancılar, diye düşündü. Kompartımandaki adam saati almadıysa o zaman hırsızın bu kompartımanlardan birinden olduğu belliydi. Ama ne yapabilirdi? Durum umutsuzdu. Saat gitmişti. Şimdi başka birinin cebindeydi. Contrôleur’ün neler olup bittiğini anlamasını sağlamayı umut edemezdi. Sağlayabilse bile, sonra ne olacaktı? Kendi kompartımanına geri döndü. İçeriye baktı ve adamın, gözlerinin üzerinde şapkası, yine yayılmış olduğunu gördü.
   Myers adamın bacaklarının üzerinden atlayıp pencere tarafındaki koltuğa oturdu.
Öfkeden sersemlemişti. Şimdi şehrin dış mahallelerindeydiler. Çiftlikler ve otlaklar yerini, binaların ön cephesindeki telaffuz edilemez isimleriyle sanayi tesislerine bırakmıştı. Tren yavaşlamaya başladı. Myers şehrin sokaklarında dolaşan ve hemzemin geçitlerde sıraya girmiş, trenin geçmesini bekleyen otomobilleri görebiliyordu. Ayağa kalkıp bavulunu indirdi. Pencereden bu nefretlik yere bakarken onu kucağında tuttu.
   Oğlanı aslında görmek istemediği geldi aklına. Bunu anlamak onu sarstı ve bir an bunun kötülüğüyle küçüldüğünü hissetti. Başını iki yana salladı. Aptalca işlerle dolu bir ömürde, bu gezi herhalde şimdiye kadar yaptığı en aptalca şeydi. Ama gerçek şu ki, tutumuyla uzun zaman önce kendisini Myers’ın sevgisinden soyutlayan bu oğlanı gerçekten görmeyi arzu etmiyordu. Bir keresinde üzerine çullanan oğlanın yüzünü birdenbire ve büyük bir netlikle hatırladı ve bir burukluk dalgası Myers’ı yalayıp geçti. Bu oğlan Myers’ın gençliğini tüketmiş, flört ettiği ve evlendiği genç kızı sinirli, alkolik bir kadına çevirmiş, ona kâh acımış kâh zorbalık etmişti. Nefret ettiği birini görmek için bunca yolu ne demeye gelmişti, Myers kendi kendine bunu sordu. Oğlanın elini, düşmanının elini sıkmak istemiyordu, omzunu sıvazlayıp onunla çene çalmak zorunda kalmak istemiyordu. Ona annesini sormak zorunda kalmak istemiyordu.
   Tren istasyona girerken, koltukta öne doğru oturdu. Trenin haberleşme sisteminden Fransızca bir anons yapıldı. Myers’ın karşısındaki adam kıpırdanmaya başladı. Şapkasını düzeltti ve koltukta doğrulup oturdu, o sırada hoparlörden başka bir Fransızca cümle yükseldi. Myers söylenen hiçbir şeyi anlamadı. Tren yavaşlayıp sonra da dururken huzursuzluğu arttı. Kompartımandan ayrılmamaya karar verdi. Tren kalkana kadar olduğu yerde oturacaktı. Tren kalktığında da içinde olacaktı, trenle Paris’e devam edecekti, işte o kadar. Pencereden dikkatle baktı, camda oğlanın yüzünü görmekten korkuyordu. Böyle bir şey olursa ne yapacağını bilmiyordu. Yumruğunu sallamaktan korkuyordu. Peronda ceketli ve eşarplı birkaç kişi gördü, bavullarının yanında duruyor, trene binmeyi bekliyorlardı. Başka birkaç kişi bagajsız, elleri ceplerinde bekliyordu, belli ki birileriyle buluşacaklardı. Oğlu bekleyenlerden biri değildi; ama bu onun oralarda bir yerlerde olmadığı anlamına gelmiyordu tabii. Myers bavulu kucağından yere indirdi ve koltuğunda biraz kaydı.
   Karşısındaki adam esniyor ve pencereden bakıyordu. Şimdi bakışlarını Myers’a çevirdi. Şapkasını çıkardı ve elini saçlarında gezdirdi. Sonra şapkayı tekrar taktı, ayağa kalktı ve çantasını raftan çekerek indirdi. Kompartımanın kapısını açtı. Ama dışarı çıkmadan önce dönüp istasyonu işaret etti.
   “Strasbourg,” dedi adam.
   Myers başını çevirdi.
   Adam bir an daha bekledi, sonra da çantasıyla ve –Myers emindi- kol saatiyle koridora çıktı. Ama bu onu endişelendiren son şeydi. Tren penceresinden bir kez daha baktı. İstasyonun kapısında durmuş, sigara içen önlüklü bir adam gördü. Adam, kucağında bebek olan uzun etekli bir kadına bir şeyler açıklayan iki tren görevlisini izliyordu. Kadın dinledi, sonra başını salladı ve biraz daha dinledi. Bebeği bir kolundan ötekine geçirdi. Adamlar konuşmaya devam ettiler. Kadın dinledi. Adamlardan biri bebeğin gıdısını okşadı. Kadın başını eğip baktı ve gülümsedi. Bebeği yine öbür koluna geçirdi ve biraz daha dinledi. Myers, vagonun biraz ilerisinde, peronda birbirine sarılmış genç bir çift gördü. Sonra genç adam genç kadını bıraktı. Bir şeyler söyledi, valizini yerden aldı ve trene binmek için ilerledi. Kadın onun gidişini izledi. Bir elini yüzüne götürdü, başparmağının alt kısmıyla önce bir gözüne, sonra ötekine dokundu. Bir an sonra Myers onun peronda ilerlediğini gördü, birisini takip ediyormuş gibi gözleri erkeğin bulunduğu vagona takılmıştı. Myers bakışlarını kadından uzaklaştırıp istasyonun bekleme odasının üzerindeki büyük saate dikti. Peronda bir aşağı bir yukarı baktı. Oğlan görünürlerde yoktu. Uyuyakalmış olması mümkündü veya o da fikrini değiştirmiş olabilirdi. Her halükârda, Myers rahatladı. Yeniden saate, sonra da oturduğu pencereye doğru aceleyle gelmekte olan genç kadına baktı. Kadın cama çarpacakmış gibi geriye çekildi Myers.
   Kompartımanın kapısı açıldı. Dışarda gördüğü genç adam kapıyı arkasından kapatıp, “Bonjour,” dedi. Karşılık beklemeden valizini başüstü rafına fırlattı ve pencerenin yanına geçti. “Pardonnez-moi.” Pencereyi aşağıya çekti. “Marie,” dedi. Genç kadın aynı anda hem gülüp hem ağlamaya başladı. Genç adam onun ellerini yukarıya alıp parmaklarını öpmeye başladı.
   Myers başını çevirip dişlerini sıktı. Tren görevlilerinin son bağırışlarını duydu. Birisi düdük çaldı. Az sonra tren perondan uzaklaşmaya başladı. Genç adam kadının ellerini bırakmıştı ama tren ilerlerken ona el sallamaya devam etti.
   Tren kısa bir mesafe gitti, demiryolu bakım ve manevra istasyonunun açık alanına girdi, sonra da Myers trenin aniden durduğunu hissetti. Genç adam pencereyi kapatıp kapı tarafındaki koltuğa geçti. Ceketinden bir gazete çıkarıp okumaya başladı. Myers ayağa kalkıp kapıyı açtı. Koridorun sonuna, vagonların birbirine eklenmiş olduğu yere yürüdü. Neden durduklarını bilmiyordu. Belki de ters giden birşeyler vardı. Pencereye ilerledi. Ama tek görebildiği, trenlerin hazırlandığı, vagonların çıkarıldığı ya da bir trenden öbürüne aktarıldığı grift bir ray sistemiydi. Pencereden geriye çekildi. Bitişik vagonun kapısındaki levhada POUSSEZ yazıyordu. Myers levhaya yumruğunu vurdu ve kapı kayarak açıldı. Yeniden ikinci sınıf vagonundaydı. Uzun bir geziye hazırlanıyormuş gibi yerleşmekte olan insarlarla dolu bir dizi kompartımanın yanından geçti. Birisinden bu trenin nereye gittiğini öğrenmeliydi. Bileti aldığı zaman, Strasbourg treni Paris’e devam edecek diye anlamıştı. Ama başını kompartımanlardan birine uzatmanın ve son noktaya varıp varmadıklarını sorar gibi, “Pari?” ya da nasıl diyorlarsa öyle demenin küçük düşürücü olacağını düşünüyordu. Büyük bir tangırtı duydu ve tren biraz geriledi. İstasyonu yeniden görebiliyordu; bir kez daha oğlunu düşündü. Belki de geride bir yerde durmuş, istasyona gitmek için acele etmekten nefes nefese, babasına ne olduğunu merak ediyordu. Myers başını iki yana salladı.
   İçinde bulunduğu vagon altında gıcırdadı ve inledi, sonra ağır bir şey çarpıp yerine oturdu. Myers dışardaki ray labirentine baktı ve trenin yeniden hareket etmeye başladığını fark etti. Dönüp aceleyle vagonun sonuna gitti ve seyahat etmiş olduğu vagona geçti. Koridorun öbür ucundaki kompartımana yürüdü. Ama gazeteli genç adam gitmişti. Zaten bu onun kompartımanı değildi. Tren bakım ve manevra istasyonundayken onun vagonunu ayırmış ve trene başka bir ikinci sınıf vagon eklemiş olmaları gerektiğini anlayınca irkildi.
   Vagonunun ve dolayısıyla valizinin istasyonda kaldığını anlayınca, kendini henüz tam da hızlanmamış olan trenden dışarı attı. Yanlamasına düştü. Bir kolu ve bacağı incinmiş, pantolonu yırtılmıştı. Biraz uyuyabilseydim bu olmazdı diye düşündü. Uykusuzluk ve geçirdiği öfke hali içini dışını titretiyordu. Duran vagonlara doğru yürümeye başladı. Trenden atlamış olamazdı, olsa olsa "biri beni itmiştir" dedi kendi kendine. Aynı anda atladığını hatırladı. Valizi taşıyacak gücü olmadığına kanaat getirip vagonları es geçti. Oturacak bir yer arıyordu, istasyona vardığında ilk bulduğu banka oturup uyudu. Rüyasında kendini, oğluna aldığı saati valize koyarken gördü. Uyandı. Rüyasını hatırlamıyordu. Olsa olsa bir saat geçmiş olabilirdi, uyumadan önce saate bakmamıştı.
   İstasyon kalabalıklaşmıştı. İnsanların yüzlerine bakarken oğluyla göz göze geldiler. O da hissetti ama oğlan kadar emin değildi karşısındakinin buluşacağı insan olduğundan. Birbirlerine yaklaşıp, tokalaşıp ne yaptıklarını bilmez bir halde kucaklaşır gibi oldular. İstasyondan ve kalabalıktan bir an önce kaçmaya dair sözsüz bir anlaşmaları varmış gibi hızla dışarı çıkıp ilk gördükleri taksiye atladılar. Myers takside yine uyuyakaldı. Ve bu kez rüyasında: "Neden yazdım sana?" diye sordu oğlan. "Neden?" dedi Myers. "Seninle tanışmak istedim." dedi oğlan. Myers şaşkınlıkla uyandı. Rüyasını hatırlamıyordu.

25 Nisan 2017 Salı

Bir şiir, yazan: Şükrü Erbaş


DEĞİRMEN TAŞI

Suların akışından denizler edinen çocuk
Bulutlara özenen, kuşları ezber eden...
Bir kuyu kapağı gibi kapandıkça üstüne
              sahip oldukların
Yüreğinden başka gücün yoksa
    bu "saygısız kalabalığa" karşı
Aşk da bir değirmen taşı olacaktır
              çimlenen soluğunda
Acemi gövdesine dünyaları giyinen çocuk...

1996






27 Temmuz 2016 Çarşamba

Şarkılar Yine Şarkılar

Şarkılar Kafamızı Kaldırmamıza Yardım Eder mi?

Dinlediğimiz şarkıya bağlı ve ruh halimize galiba.
Suya düşmüş söğüt dalı gibiyseniz ve yıllar önce birinin bunu yazıp söylediğini görürseniz yüzünüz gülmeye başlayabilir. Gülerken aynı anda ağlarsınız. Ve gizli gizli değil de açıktan ve akşam olmasını beklemeden ağlarsınız.

Belki de dökülen gözyaşları içinde, gece görünen Ay'ı, köşede bekleyen avcıları ve hainler mezarlığını üst üste girmiş imgeler halinde ve patlayan fotoğraflarla ve tank atışlarıyla ve tüm yok sayılma acılarıyla bir karışık kokteyl halinde iliklerinizde duyarsınız.

Şiir şarkı edebiyat filmler oyunlar aşklar çocuklar güller kokular ve tabii sincaplar ve tüm diğer hayvanlar, olan olabilecek tüm güzel iyi şeyler ve görüntüler kaçıverir.

Tiyatro sözcüğünün ikinci, üçüncü mecazi anlamı televizyonlarda darbe girişimine dair yorumlarla tümümüzün kafalarına çakılırken ve yok oluşa dair tüm uyaranlar ağzımıza burnumuza vura vura kan ve itlik den başka en ufak iyice şeyleri yok ederek saçılırken bir de dünyadaki en kıymetlimiz bir duvar çekerse önümüze... Allah'a sarılmaktan başka çareniz kalmaz. Allah yardım eder mi? Kim bilir... Ben etmez sanıyorum ama belki de ediyordur.

Hani "Ölüm eşitler." idi insanları.
Hainler mezarlığı nedir? Nasıl insanlarsınız lan siz? Ölmüş.
Tamam en fazla içinizden "gebersin, iyi olmuş" dersiniz de "Hainler Mezarlığı" diye tabela yaptırmak ne? Böyle bir mezarlık kurgulamak ne? Ne biliyorsunuz o hain darbecinin hangi nedenlerle o rolde olduğunu? Ya tamamen salaklığından ya da saflığından ya da yaptığı ve sizin varlığını beslediğiniz iş, meslek kuralları gereği yani sadece emir kulu olarak oraya düşmüş, o rolü oynamak zorunda kalmış ise? Bütün doğru ve yanlışları kusursuz bilen kim varsa Allah kahretsin onu.

Kişisel gelişim kitaplarındaki solüsyonlar gibi çarelerimiz var.
Rüzgara kendini kaptıran insanımız, çoğunlukla ve hatta tamamıyla ne yaptığını bilmez halimiz.. İçimizden nefret ya da acımak ve benzeri pis duygular çıktığında şaşırırız bir de.

En kıymetlim, "daha seninle görüşmeyeceğim" dediğinde ve bu adaletsizlikse, ve bu saçmaysa, anlaşılmazsa karnıma vuran şeyin ne olduğunu anlamadan ve düşündükçe hala aynı fiziksel acıyı hissederek geçen günler gibi...
O anda işte bir mucize olmaz.
Birisi elimden tutar, bilmeden. Bilmez ama duyar.
Bir kuş ölür, biber yeşerir, bir boru patlar.

Bilmez ama hisseder. Hem nasıl hisseder.

Aynı anda işlik-deki mevzular üstümüze gelir,  hepsi birden gelir.

Biri elini uzatır. Tutarsın, tutamazsın. Belli belirsiz bakarsın.
İşte o an bir şarkı patlayıverir. Kulaklardan kalbe, akla, burna ciğerlere dolar.

Yavaşça kafamı kaldırırım ve...

19 Ekim 2014 Pazar

esti baharın nesimi


esti baharın mevsimi

çok eskiden, otuz yıl önce falan, dolma kasetler vardı, alırdık. içindekiler bazen yazılı bazen de yazısız, belirsiz olurdu. meğer hepimizdeki boşa para verme(me) takıntısının temellerini atan kişilik bozukluğunu ve aslında çok sonra anlayıp mücadeleye başlayabildiğimiz, kimilerimizdeyse kalıcı olan bu arızayı, müzik dinleme, anlama durumu üstünden yaşarmışız da haberimiz bile olmazmış.

ve fakat -konuyu da dağıtmadan- bazen bir şarkı/türkü çıkar karşınıza ve “aya baktım ay görünmez der” bu, kaybolmaya teşne kayıtlarda.

biraz önce de tam bu oldu -aslında şöyle oldu-:
otuzbeş gün kadar önce iskenderun’da gezerken müzik dinlemek istedim ve müzik cd’leri satan bir dükkan buldum. “türk rock” ve “türkülerimiz” yazılı, satıcıdan kurtulmak için aldığım ve 16 tl ödediğim iki dolma cd’yi alıp çıkacakken, satıcının iç kıyıcı bir tonlamayla “abi beş lira daha ver bunu da al -özgün müzik-“ dediği cd’yi de türlü iç çatışmalarıyla beraber alıp çıkarken ne bileydim başıma gelecekleri. içinde yüzlerce parça olan, bilgisayara takmadan arabanın teybinde dinlemeye gayret ettiğim bu cd’ler işte o otuzyıl önceki hissi verdiler. ki işte o özgün müzik cd’si, esti baharın nesimi şarkısını tekrar çıkardı karşıma.
o eski zamanlarda, dinlediğim bir şarkıyı ve ilintili meseleleri takip ederdim ben, bazan şarkıyı söyleyeni, bazan yazanı (eğer bulabilirsem) bazan da şarkıda geçen bir sözü ya da verdiği duyguyu.

belki de şarkı böyle yazılır böyle söylenir deme cüreti de bu zamanlara bağlanır.

dinlemeye üşeniyor olacaklar için (ki türkçede böyle bir fiil zamanı yoktu o zamanlar) sözleri altta:
şarkı böyle yazılır böyle söylenir:

esti baharın nesimi
ne hoş edalı kesimi
aldım o yarin sesini vay vay
aldım o yarin sesini

bak ay göründü meşeden
avcılar bekler köşeden
kokusunu gülden almış
yanakları menevşeden

esti baharın nesimi
ne hoş edalı kesimi
aldım o yarin sesini vay vay
aldım o yarin sesini

aya baktım ay görünmez
her yare gönül verilmez
ayrılık ne yaman derttir vay vay
başa gelmeden bilinmez

esti baharın nesimi
ne hoş edalı kesimi
aldım o yarin sesini vay vay
aldım o yarin sesini

ve o bozuk kayıtlarda erkek kulaklarımızla tam duyamadığımızdan tam da anlayamadığımız, bunaldığımız, sonunda her bir haltı matematiksel ve mantıksal anlamaya da gerek olmama durumunu bize müzikle anlatıp bizi, törpüleyen, bileyleyen, oynatan, ağlatan sarhoş eden şarkılara, türkülere, müzisyenlere, yorumculara, sevgi saygı ve selamlar gitsin. dua niyetine…
https://www.youtube.com/watch?v=yccUHDIfl_U


2 Ocak 2012 Pazartesi

Neye göre?


Güneşin azlığı, hassasiyetin çokluğu, şehirle bir olup aklını karıştırmıştı.
“Yazmak” eylemini, bildiği dilde gerçekleştirme isteğiyle masanın başına oturdu.
Sözler bıçak gibiydi.
Kanaldaki durgun suya yansıyan katedral imgesi ve yanındaki buldog amarikano’nun verdiği enerji,  uçucu madde etkisi yapmıştı.
İki uçuş, ki birinin kalkışı diğerinin inişi; silikti...
Patırana patırana kalkan ve inen bir uçaktı sanki, her an dağılacak gibi...
Akşam güneşi yüzüne vurduğunda birkaç metre uzağındaki tavuskuşuna baktı. Göz göze gelmek isteği, apaçık okunuyordu yüzünden.
Tavuskuşu oralı olmadı, kuyruğunu sallar gibi yaptı bıyıklı binaya..
Bıyıklı bina da, ona oralı olmadı. “duruyom ben” dedi, içinden.
“tamam, dur sen, birşey diyen olmadı ki” dedi.
Vitrine takıldı gözü, oysa birkaç saniye öncesine kadar kırmızı ışıkta (ve peşinden gelen sarı, yeşil...) karşı kaldırımdan kalkıp üstüne gelen adama odaklanmıştı bütün dikkati. Olsa olsa kırmızı ışıkta ancak, bana doğru yürür bu, dedi. içinden. Öyle olmadı, belki de şöyle oldu:
Kımızı ışıkta karşılaştılar, sarı ve yeşilin peşine birbirlerine doğru yürümeye başladılar, adam durakladı. Onun duraklamasını gören kadın da durakladı, birkaç yüz milisaniye. Adam durdu, kadın devam etti, başını çok az çevirerek. Adam arkasından baktı. Vazgeçti karşıya geçmekten. Yolun ortasında. Gerisin geri geldiği tarafa döndü ve kadını takip etmeye başladı. Bu takip yüzyıllarca sürecek bir takipti.
Ve buyurdu: “her kim ki; kırmızı ışıkta durup, sonra devamında karşıya geçerken, kendine çekici gelen birini görür de istikametini değiştirmezse: İlk gelen arabaya çiğnensin.”
İşte bu yüzden bir sürü insan arabaların altında can verdiler. (Ta ki arabalara yaya sensörü konulana kadar. Yaya sensörü 2014 yılında bulundu ve 2120’den sonra bütün arabalara standart konfigürasyon olarak yerleştirilmeye başlandı. Lanet yüzyıllarca sürecekti, teknoloji olmasa.)
Bi garip bi adamdı, istediği yöne çevirebiliyordu aklını ve kendini, oysa diğer insanlar öyle miydiler? Karşıdan karşıya geçmeye çalışan insanların telaşını izlediniz mi hiç? Işığın kendileri için yeşile dönmesini bile bekleyemeden yola atılan insanları...
(Ben kırmızı ışıkta beklerken, kendimi “starting box” ‘da bekleyen bir at sayarım bazen. Eskiden çok yapardım bunu şimdilerde de hala yaparım, seyrek olarak. Çok zevklidir... Neyse hikayemize dönelim.)
Vitrin inanılmaz bir hassasiyetle düzenlenmiş, çok eski, ne olduğu bile anlaşılayamayacak eskilikte fakat gıcır gıcır aletler içeriyodu, ve bir iki resim. Ve otlar. Gördüğü an ve takip eden bir kaç saniye içinde vitrini incelemesinin dakikalar sürebileceğini anladı. Kadın vitrininin hizasını çoktan geçmiş ilerliyordu. O mu? Bu mu? o mu? bu mu? o mu? bu mu? derken... kısadevre yaptı. Kalakaldı.
Her nasılsa dükkanın içinde buldu kendini. Vitrini seçmişti, bilerek ya da bilmeyerek.
Ve yine bilip bilmeden konuşmaya başladı.
Tezgahtarla başka dili konuşuyorlardı.
Sıcacık bir sohbet.
Farklı dillerde. Bu sohbet ne kadar sürdü, kimse bilmiyor...
Takip etmeyi seçmediği kadın da yanındaydı. Tercümanlık yapıyordu adama. Dört çeşit çay aldı. Dükkan çaycı dükkanıydı. Çıktılar. Az önceki yaya kaldırımına geldiler. Yeşili beklediler. Yeşil yanmadı, ışıklar bozulmuştu.

Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir zamanda, nasıl olur da insanlık trafik kazalarından bu kadar insanın kaybedilmesine göz yumar? Sayısallaştırmaya kalksak: Ve kıyaslasak. Son bir yılda Libya’da birbirini öldüren insan sayısını; Türkiye’de trafik kazalarından ölen insan sayısına bölsek. Ne çıkar sizce? Ölümlerin, kayıpların kök sebebi midir, onları acıklı kılan? Ve gündemde tutan? Kök sebep denen şey nedir peki? Ne çıkar arabaya binmesek? Ya da; ne çıkar, arabaların en fazla hızları fabrika ayarı olarak 80km/saat’le sınırlandırılsa. Yine daha ileri gidip kıyaslasak: devlet, pkk çatışmasında ölen insan sayısını, ki bu da son 30 yıl için olsun, trafik kazalarından ölen insan sayısıyla kıyaslasak. Nereye varır bu kıyaslamanın sonu? Bir yere varsa ne çıkar? Bilmiyorum, belki de bilmezden geliyorum. Ölümleri aklileştirmek olarak anlar mı, bu soruları, bu yazılanları okuyanlar?
Ama şunu biliyorum: Annesi babası eve gelmeyen bir çocuk ağlarken, “neden gelmediğine” bakmadan ağlar. Ve bütün bunların arabaların, uçakların, gemilerin kullanmak zorunda olduğu yakıtlarla ne ilgisi vardır? Ve çocuklar neden arabaları, uçakları, gemileri severler?
Ve neden ben bu yazıyı hiç sevmeden yazdım? Ve neden sizin içiniz sıkıldı okurken?

5 Aralık 2011 Pazartesi

Kulaklı ağaç, kartal, fare, köpek, kedi ve ben..


Alışmak, insan nasıl alışır? Peki köpeklerin, kedilerin alışma mekanizmaları nasıl çalışır?
Bugün akşamüstü, hemen hergün geçtiğim yolda kulakları olan bir ağaç farkettim. Acaba dinlemeye mi yarar o kulaklar? Kocamandılar. Aramızdaki mesafe uzaktı, ölçü veremiyorum. Aynı anda yırtıcı olduğunu düşündüğüm bir kuş gördüm, müthiş süzülüyordu ve sanırım bir çöl kartalıydı. Çöl faresini ise, görmesem de hissetim. Bir yandan çıkan duman ve ateşe kafasını takan Çöl Faresi diğer yandan da doğal düşmanı olan kartalı kolluyordu bence, yem olmamak için... bense, içinden inemediğim arabadan; kulaklarını merak ettiğim ağacın durumuna takılmıştım. Yol döndü, kulaklar kulak olmaktan çıkmıştı.
Gözlerimi kapayıp, ağaçla, kartalla ve fareyle telepati kurmaya çalıştım. İstemediler. Çok sinirliydiler; “kedilerin köpeklerin yüzlerine bak.” Deyip, kestirip attı üçü de, ağız birliği etmiş gibi. Üstelemedim.
Daha önce gördüğüm köpek ve kedilerin yüzlerini hatırlamaya çalıştım. Hatırladım sanki:
Kediler çok az sayıdalar burda.  Ezik, bıkkın, umarsız ve aç.
Köpeklerse; güleryüzlü, korkak, üzgün ve yine aç gözlere sahipler. Hepsi de en ufak bir harekete iki metre geri giderek karşılık veriyorlar, hareketin niyetine aldırmadan.
Arabadan inememek yeni karşılaştığım bir şey. Düşünün ki; bir arabaya biniyorsunuz, bindiğiniz ve indiğiniz yerler hep aynı ve bu yerler sizin tasarrufunuzda değil. Ve buna alışıyorsunuz. Kolayca. Kendiliğinden.

Ağaçlara, kartallara, farelere, kedilere bunu yaptıramazsınız. Hadi belki köpeklere... o da belki...

münavır ile taşkın'ın üç delikli priz macerası



ingilaz sömürgesi bazı ülkelerde prizler üç delikli oluyor, ya da ben öyle sanıyorum. burda da öyle. yanyana iki delik biraz üstte az daha büyükçe üçüncü delik, eksenleri eşkenar üçgen teşkil edecek halde öylecene duruyorlar. fişler ise ikili...
alttaki iki deliğe ikili fişi takınca elektiriği alıveriyorsun. fakat üçüncü deliğin girişinde, içerde plastik parça var ki; o parçayı alta doğru dürtmeden alttaki iki delik kilitli gibi oluyor... muş... fiş alttaki deliklere girmiyor. 2-3 tane fişi kırdıktan sonra durumu keşfetmiştim.
58 gün falan oluyor, geldiğimin ikinci belki üçüncü günüydü. ikili pirizin bir bacağını üste dürtüp, diğeri alttaki deliklerden birindeyken (ve fakat kesinlikle yapılmaması gereken bir praktis) alt deliğin kilidi açıldığı an, üstteki bacağı çıkarıp diğer deliğe takmaya çalıştım. patladı. benim ve komşu bazı konteynırların sigortaları attı. münavır'a gittim. "sir what hepınd" dedi. "az gel la" diyerek odama doğru sürükledim onu. "sigorta mı attı?" dedim. "aağğyyğuuuu sir ay tink so" dedi.

sigortalar selman bey'in odasındaymış. ki selman bey proje müdürümüz olur. saat te epeyce geç. münavır, beni selman bey'in odasının önüne götürüp arkama saklandı. adamcağızı uyandırdık.
--şefim sigortalar sizin odanızdaymış kusura bakmayın
--benim de elektirikler kesildi. jeneratör niye çalışmadı acaba?
-- hımm
münavır sigortaları kaldırdı, odama döndük.
--wat did you do sir? dedi..
tam benim buluşum olan fiş takma modelini ona gösterirken.
"ğğuyy nno no söörrr." diyerek çırpınmaya başladı
"yav tamam sakin, canlandırma yapıyorum cicim" dedim.
bir eline ikili fişi diğer eline bir kalem alan münavır; elindeki kalemi üst deliğe dürtüyordu ki; bu kez ben çırpınmaya başladım. "la dur la, çarpılacan" dememe kalmadan.. fiş pirizdeydi ve münavır çarpılmadı. üstteki delük topraklamaymış. ama olmayabilirdi de..
heh hee bir yaşıma daha girmiştim. halen ve yine de bu uygulamayı yaparken plastik bir madde kullanmayı tercih ve tavsiye ederim..
saygılarımla,

kısa bir diyalog, peşine nefis bir şiir, eski yazılar bitmek üzere...

sabah biraz iş yaptım. öğle yemeğinden sonra kahvemi alıp odamda "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" filmini izlemeye meylettim. fakat aklım dışardaki güneşte kalmıştı. kapıyı araladım içeri güneşle beraber sinan girdi. burdaki kıymetli delilerden birisi kendisi.
--napıyorsun?
--film seyrediyorum..
--ne filmi?
--"Bizim Büyük Çaresizliğimiz"
(pc ekranına bakarak..)
--yerli filim mi?
--evet.
--gel otur seyredersen..
--yabancı filim yok mu?
--yok. ne filmi?
--ekşın mekşın ceymis bond vizyon filmi yeni film falan..
--bu da yeni..
--yok. ben gidiyom. çok canım sıkılıyor AMK.
--kitap verim mi sana?
--ne kitabı?
--ne kitabı istersin?
--bu ne? (kendi kendine kitabın adını okur)
--onu ben okuyorum. öykü kitabı verim mi sana?
--bu ne?
--onu da ben okuyorum.(bu arada ben kitapları karıştırıyorum)
--ne öyküsü?
--al.
--şiir mi?
--haa şiir miymiş o. al bunu al..
onu da sevmeyince;
--seyfti hendbuk veriym sana al..
--onu biliyom zaten. benim ingilizce kitaplarım var sağol ..
dedi ve gitti sinan, güle güle dedim ardından..
sonra aralık kapıdan gelen güneşi artırmak için aralığı büyüttüm. filmi kapattım ve "Sarkaç" isimli, benim hikaye sandığım, şiir kitabını okumaya başladım...

Yıkandım
Koku sürdüm
Rüzgar dinledim
Şarap içtim
Denize baktım
Hazırdım...
m.z.saçlıoğlu

BRANDENBURG'UN DÖRT ATLISI

Biraz sinirlerim bozuk bugün, nikotin bandıyla beraber sigara içince oluyor bu, nasıldı;
“insan kadar salak bir mahluk yok ki; aynı şeyleri, üstelik aynı sırayla yapıp, farklı bir sonuç ortaya çıkmasını beklesin...”
Sözün orjinali böyle değildi, aklımda ana fikri kalmış.. neyse... Canını sıkmamak için sevgili bıloki, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’dan bir hikaye paylaşıyorum bugün..(MZS’nin öykü kitapları şiddetle tavsiye olunur... İsteyenler kitabı alabilirler, ve yazara çok çok çok teşekkürler, belki peşinen ve aynı anda da özürler,.. şayet sanal ortamda hikayesini paylaşmama kızarsa...)

BRANDENBURG'UN DÖRT ATLISI

-Eskimiş zamanlar satıyorum, yitirilmiş yolları satıyorum, unutulan başarıları satıyorum. Sudan ucuz... Haydi, sudan ucuz...
İriyarı, genç adam, alana doğru bağırıyordu. Tarihi Brandenburg kapısının hemen altında, alçak, uzun bir masanın üzerindeki üç öbeği oluşturan nesnelerin neler olduğunu, bu ilginç çağrıya kulak verip yaklaşanlar görebiliyordu.
Masanın üzerindeki birinci küme, saat kümesiydi. Değişik markalarda, çoğu köstekli, kaba görünüşlü, kimi çalışır kimi durmuş yüzlerce saat üstüste yığılmıştı.
İkinci küme irili ufaklı pusulalardan oluşmuştu. Kapaklı, kapaksız, zincirli, zincirsiz, kimileri deri kılıflı, kimileri tahta kutulu yüzlerce pusula, bir karmaşa içinde alıcılarını bekliyordu.
Üçüncü yığını oluşturan çeşitli madalyalara bakanlar, bunların, bir zamanlar gergin, gururlu göğüslere nasıl takıldıklarını, yıllarca övünerek nasıl taşındıklarını düşünebilirlerdi.
Genç, sarışın, iri yarı adam, el, kol hareketleriyle, bağırarak alıcılarını çağırıyordu.
--Eski dönem saatlerine bakın, eski dönem saatlerine..
--Ucuza kahramanlık isteyen var mı? Ucuza kahramanlık madalyası...
--Yönünüzü yitirmeyin; karanlıkta, aydınlıkta yönünüzü yitirmeyin..
Kısa zamanda bir turist grubu masanın önünde toplandı. Bir sürü insan, meyve seçer gibi pusulaları, saatleri, madalyaları ellerine alıyor, ağırlığını tartıyor, saatlerin içini açmaya çalışıyor, madalyaları göğüslerine yaklaştırıyor, birini bırakmadan ikincisini, üçüncüsünü alıp inceliyordu.
--Aman karışmasın... Zamanınız mekanınıza, mekanınız başarınıza karışmasın. Lütfen hepsini kendi yerine koyun. Ne arıyor saatlerin içinde madalya! Lütfen dikkat edin hanımefendi. O madalya üstün hizmet madalyasıdır, bir eşini daha zor bulursunuz.
Kadın:
--O kadar değerliyse neden satıyorsunuz?
--Ekmek parası hanımefendi. İnsan ekmek için saatini de satar, pusulasını da, madalyasını da. Açlık başka şeye benzemez. Kiminin karnı toktur madalyayla uğraşır; ama aç olan madalyasını ekmekle değişir.
Başka bir adama dönerek:
--Beyefendi dikkat edin, zorlamayın; o saatin kurma düğmesi çok hassastır.
--Neden sağlam görünüyor oysa. Bu kadarcık bir zorlamayla kırılırsa bu ne işe yarar ki?
--Saat zaman demektir beyefendi, zorlamaya gelmez. O kendi hızıyla akar. Her saatin ayrı hızı ayrı direnci vardır.
-- Ayrı hız mı? Ne yani, bu saatler bozuk mu? Aynı hızla dönmüyorlar mı?
--Siz bu dünyada aynı hızla dönen iki saat bulabilir misiniz? Tüm saatler bozuktur beyefendi. Şimdi sizin saatiniz üçü on geçeyi gösteriyor. Dün güneş bu saatte bir dakika daha gerideydi. Aynı yerde saat her gün değişiyor. Ya Çin’de saat şimdi kaç biliyor musunuz? Sonra, yanınızdaki güzel hanımın saatiyle, sizinkinin arasında bile birkaç saniye fark vardır. Tüm saatler bozuktur beyefendi, tüm saatler bozuk...
Bir kadın:
--Siz filozof musunuz?
Satıcı:
--Hayır, bozuk saat satıcısıyım. Bozuk pusula, bozuk madalya da satarım. Olur olmaz birçok şey satarım da hepsi bozuktur.
Bir genç adam, gülerek:
--Bozuk saat ve pusulayı anladık da, bozuk madalya nedir?
Satıcı:
--Bozuk madalya, yanlış iş demektir. Yapılmış, yapılan ve yapılacak olan yanlış işler.
--Nasıl yani?
--Bir zamanlar en çok düşman öldürene de, en iyi casusluk yapana da, en iyi müzüsyene de, en iyi şaire de, en hızlı duvar örene de, en çok buğday yetiştirene de madalya verdiler. Sokaklarda dolaşan madalyalı insanlardan hangisinin katil, hangisinin sanatçı, hangisinin işçi olduğunu anlamak mümkün değildi. Hepsi madalyalarıyla övündüler; hepsi ölürken madalyalarını çocuklarına bıraktılar. Bunlar, yapılmış yanlış işlerdir.
Şimdi yapılan yanlış işlere gelince:
Bu madalyaların her biri birer yeteneği, emeği, başarıyı simgeliyor; ama küçük paralar karşılığında alınıp satılıyorlar. Alan ve satan, onların, simgeledikleri değerleri üzerlerinde taşımadıklarını, o değerlerin madalyaları taşıyan göğüslerde kaldığını, bu küçük nesnelerin, neredeyse ancak yapıldıkları malzeme kadar değerli olduklarını biliyorlar. Madalyaların gerçek sahipleri ise, madalyaları göğüslerinde taşımadıkları sürece başarılarının tarihin karanlığında yok olacağını bildikleri halde, birkaç öğünlerini karşılamak için bunları satıyorlar. Üstelik yine acıkacaklar.
Sayın baylar, bayanlar, size gelecekte yapılacak yanlış işleri de anlatmaya kalksam saymakla bitmez. Göğüsleri çıplak kalan madalyalı insanların, içine düşecekleri değersizlik duygusunu, inanç çöküntüsünü mü anlatayım; yoksa, birkaç dolara sahip olduklarını sandıkları bu madalyaları, eşlerine dostlarına gösterirken, bir felsefenin, bir devlet sisteminin çöküşü üzerine tezler yürütecek insanların duygu ve düşüncelerini mi?
Madalyalar da bozuk sayın baylar, bayanlar. Ne işinize yarayacak sizin bu bozuk madalyalar. Dolarlarınızı boşa harcamayın. Sahipleri, birkaç öğün yemek karşılığında sattıklarına göre madalyalarını; siz de bunları almaktansa, birkaç öğün yemek yiyin, kenti dolaşıp, biraz şarap için. Satıcısı tarafıdan değersizliği kabul edilen bir malı, hangi akıllı alıcı almak ister.
Bir genç kız:
--Olsun bu madalyayı sevdim. Hiçbir değeri olmasa da pembe giysime çok yakışacak. Şuna bakın, ne güzel bir kudelesi var, değil mi?
Satıcı:
--Peki, 18 dolar verin o zaman. Ya siz? Siz de mi alıyorsunuz yoksa beyefendi?
--Evet, şu iki tanesini, Bunlar mutlaka bir subayın olmalı. Savaşta büyük yararlıklar gösteren bir subayın...
Satıcı:
--Hayır sayın bayım. O büyük olanı, bakın üzerinde yazıyor, resmi yemeklerde bilgisi, becerisiyle, geleneksel beğenimizi yabancılara başarıyla tanıtan başaşçılara verilmiş madalyadır. Öteki ise, savaşta büyük başarı göstermiş bir doktora verilmiştir. Madem bunu alıyorsunuz, birkaç dolar daha verin, şu üçüncüyü de alın. Bu, üstün başarı gösteren pilotlara verilirdi. Çok sayıda bombası doğru hedefi bulmuş olan pilotlar bu madalyayı alırdı. Düşman pilotların bombalarıyla yaralanan askerlerimizi başarıyla iyileştirmiş doktorlar da bunu. Böylelikle bir işin iki madalyasına da sahip oldunuz. Keşke elimde düşman pilotlarıyla düşman doktorlarının kazandıkları madalyalar da olsa. O zaman, aynı işin dört madalyasına sahip olurdunuz; ne iyi olurdu değil mi? Bombalar bizden gidince, bizim pilotlarla onların doktorları; bombalar onlardan gelince, onların pilotlarıyla bizim doktorlar madalya kazanıyor. (win-win modeli*-daktilo edenin notu) Ne güzel alışveriş... Sonucu beraberlik olan savaş. Hah hah hay...
Bir adam:
--Şu saat kaç dolar acaba?
Satıcı:
--Beş dolar. Aynısından üç tane alın, hepsine on iki dolar verin.
--O zaman çalışanları seçeyim bari.
--Seçin bakalım; seçebilirseniz seçin.
Bir kadın:
--Saatler madalyalardan daha ucuz değil mi?
--Öyle olacak hanımefendi. Arz, talep sorunu. Zaman herkes için akar. Herkesin saati var. Madalyayı bulmak zor. Dükkanlarda satmak için madalya yapılmaz ki.
--Peki, çalışan saatlerle bozuk saatler aynı fiyat mı?
--Yani duran bozuklarla dönen bozuklar. Evet, hepsi aynı.
--Ama neden? Çalışan saatler işe yarar, bozuklar yaramaz ki.
--Çalışanlar da hiçbir işe yaramaz hanımefendi. En azından sizin işinize yaramaz. Eski sahibine de yaramamıştı.
--Neden?
--Gelin, yaklaşın lütfen (saati kadına çevirerek). Bakın ne görüyorsunuz?
--Saat...Çalışıyor...
--Nereden anladınız?
--Saniyesi dönüyor.
--Saniyesi nası dönüyor peki?
--Sanırım doğru dönüyor. Doğru hızda yani.
--Sayabilir misiniz?
--Tabii; bir... iki... üç... dört... işte...
--Yani bir duruyor, bir ilerliyor, bir duruyor, bir ilerliyor. Zaman da öyle mi yapıyor? Bir durup bir geçiyor mu?
--Tabii değil. Zaman sürekli akar.
--Ben de onu söylüyorum ya. Bu saatin sahibi zamanın sürekli geçtiğini anlayınca saatini sattı. Kendisini kandıran bu saatin doğruluğuna yıllar yılı inanmıştı oysa. Hadi biraz daha açıklayayım. Saniyeleri tek tek sayabiliyorsak bu, her saniyeye bir başka saniyenin eklenmesini gerektirir. O zaman, iki şey birleşip üçüncüyü, üç şey birleşip dördüncüyü oluşturuyor demektir. Oysa zamanda kesinti yoktur. Saniyelerin arasında sonsuz sayıda zaman parçacıkları olduğunu da sanmayın. İnsan uydurması bunlar. Nereden mi biliyorum? Saniyeleri kaldırırsanız dakikalar, dakikaları kaldırırsanız saatler, saatleri kaldırırsanız günler, sonra haftalar, aylar ve yıllar kalır. Yılları da kaldırı. Ömürlerden başka ne kalır.
Ama sanmayın bu nedenle satıyor saatini eski sahibi. Onu kandırdılar. Saniyelerden daha küçük parçaları gösterebilen saatlerden alabilmek için sattı bu eski saati zavallı. O küçük zaman parçalarını görebilmek için.
Bir adam:
--Bay satıcı, haydi şu pusulalar için de bir şeyler söyleyin bari. Siz ilginç bir insansınız.
--Satıcı ilginç olmalı. Sattığı şey değil, satış biçimidir önemli olan. Satıcının işi satmaksa, onu iyi yapmaya çalışmalı. Ama ben iyi satıcı değilim; çünkü bunları satarsam sizin rahatınızı kaçıracağım. Aldığınız madalyaları takarken size anlattıklarımı düşünürseniz, bunları aldığınıza pişman olursunuz. Bu yüzden almamanız daha doğru. Sizi mutsuz etmek işime gelmez. Mutlu olmanız gerekir ki benden hoşnut kalasınız, bana yeni alıcılar gönderesiniz. Onlar da hoşnut kalmalı, başka alıcılar göndermeli. Gördünüz mü; satmadığım sürece çok alıcım olacak.
Adam kahkahayla:
--Bay satıcı, haydi şu pusulalar için de bir şeyler söyleyin. Bunlar da bozuk mu?
--Evet, hepsi bozuk. Size yaramaz. (İçinden: Ya da tam size yarar.)
Başka bir adam:
--Bu değil, bakın, benim cebimdeki pusulayla aynı yönü gösteriyor. İşte bu taraf kuzey.
Satıcı:
--Sizinki de yanlış beyefendi, sizinki de.
--Olamaz, asla yanlış olamaz; benimki dünyanın en iyi markası.
Satıcı, gülerek:
--Peki, sayın bayım, söyleyin bakalım, pusulanıza göre Leningrad ne tarafta?
Adam cebinden bir harita çıkararak:
--İşte Avrupa haritası. Moskova’ya kadar gösteriyor. Bakın şöyle bir çizgi çizersek, nerdeyse tam kuzeydoğumuza düşüyor. Yani, şu doğrultuda...
--Bilemedinin beyefendi. O çizgi Leningrad’a değil St. Petersburg’a gidiyor. Pusulanız yanıldı.
Başka bir adam:
--Bu kez saçmaladınız bay satıcı. Hepimiz o kentin orda olduğunu biliyoruz. Adı değişmiş, Leningrad yerine Petersburg olmuş olabilir; ama oradaki sokaklar, evler, insanlar, tarihi eserler, hepsi aynı. Yalnızca adı değişmiş. Bu kez tutturamadınız.
Satıcı:
--Bayım, bir şeyin en son adı değişir. İş ad değiştirmeye geldiyse, zaten herşeyi değişmiş demektir. Aynı kalan, değişiklik göstermeyen bir şeyin adı neden değişsin? Adı değişmişse artık o yoktur. Değişmiş ada uygun bir yeni şey vardır. İşte bu yüzden sizin pusulanız da bozuk, benim sattığım da. Ama yine de alın siz bunu. Değeri üç dolar. Belli olmaz, bakarsınız başka yerde doğru çalışır. En azından biriyle ötekini, onunla berikini denemiş olusunuz. Dikkat edin; ikisi de aynı yönü gösterdikleri sürece sorun yok; ama biri başka, biri başka gösterirse, bir üçüncüye gereksinim duyacaksınız. Sonra da kayboldunuz gitti.
Otobüsün uzaktan duyulan kornası üzerine satıcı taburesinin üzerine çıktı. Otobüsü göstererek:
--İşte bakın... Sizi çağırıyorlar. .. Zamanınızı boşa harcadınız benimle. Daha göreceğiniz çok şey var kentte, bari onları kaçırmayın.
Ah, unutmadan; rehberiniz şu arkamdaki büyük kapının üzerinde duran dört atlı zafer arabasının öyküsünü anlatacaktır mutlaka. Ama kimsenin bilmediğini de ben söyleyeyim sizlere. Anımsayın Mahşerin Dört Atlısı’nı. Onlarındı bu dört at bir zamanlar. Şimdi Brandenburg’un dört atıdır bu zafer arabasının beyaz atları.
Haydi gecikmeyin, uğurlar olsun, uğurlar olsun.
MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU

Şimdi yemek yemeye gidiyorum sevgili bıloki, dönünce yılmaz'dan aldığım makasla saçımı keseceğim... resmimi de koyarım, bakarsın...

3 Aralık 2011 Cumartesi

yine eskilerden, resimli, deneme..

"Bir görüşü çokları böyle düşünüyor diye ya da bir büyük filozofun düşüncesi olduğu için değil, yalnızca onun başka türlü değil de böyle olduğunu gördüğümüz için benimseyelim." Cyrano de Bergerac...



demiştim ya karmakarışık yazıyorum. yine; sinekler oda klima vs.. lafın özü; havadan sudan yazmalı... üstteki resim deneysel bir çalışma oldu, bakınca içerik de dandik. normalde koymazdım onu ama neyse... galiba biraz hastayım sevgili bıloki.. klimanın kumandasını kaybetmiştim. bizim odalar klimayla ısınıyor ya.. klimayı açmak için komşu konteynıra gidip onun kumandasını almam gerekiyor bir süredir.. odunluğa gidip, odun kömür almak gibi.. neyse bugün toplantı salonunun kumandasına el koydum... heh heee..
konular daralıyor. akılda olan ise, hep aslında burda olma hali.. ve fakat bununla ilgili yazmak biraz yorucu.. doğru sözcükleri, doğru konuları seçmeli.. anneyi, ayşenuru endişelendirmemeli.. işten güçten bahsememeli..

biraz personeli anlatayım..
hep: deli, manyak, cinslerle dolu burası... söylemiştim, ben en normallerden biriyim, var gerisini sen düşün.. evvelsi gün uçuşlar yasaklanmış. tr ırq arası muhabbete bak şimdi:
Bahadır Ağbi bugün tr'ye gidecekti bileti var.
soruyor: " başka giden var mı? ben yarın ne yapacam? nasıl gidecem" diye..(endişenin kırıntısı yok çok güleryüzlü, sakin, pozitif bir insan bu Bahadır ağbi)
sebahattin ağbi'den cevap:
" biz yarın ratga'ya gidecez, seni orda bırakırız, katırlarla kuveyt'e geçersin, sonrasını da halledersin artık.."
gülüyoruz, ediyoruz, eğlenceli burası... arkadaşlar iyi böyle işte..
uçakların durdurulması hikayesini 2 gün önce öğrendik. kimsede en ufak endişe emaresi yok. hadi bende yok tamam ama kimsede yok.. dedim ya arkadaşların hepsi on numara... arada bir "tüh yav. yol uzuyacak.." falan gibi yorumlar geliyor. "dünya yansa umurunda değil" hali gibi görünse de şunu da farkettim ki.. herkes herşeyin farkında.. sevgiyle...

gine gam yükünün kervanı geldi, kaju getirmedi..

eski yazılardan biri... ama sanki kaju konusuyla ilgili olabilir.. en azından yorum kısmı..
 
gine gam yükünün kervanı geldi, çekemem bu derdide yavrum bölek seniynen geçen yağmur yağdı, çölde de yağmur yağarmış demek. rüzgar başladı önce bir kaç gün sürdü. içgüdüsel olarak hissediyor insan yağmuru.. ben hissettim yani. sonra dün de başka bişi farkettik. yılmaz'la beraber.. kamptaki yürüyüş alanımızdaki toprak pıtırıklamış. sanki cipslerin üzerinde yürür gibi pırıt pıtır pıtırk ediyor yürürken. ofisde yağdı ilk. konteynırların sundurmalarının altında hurda koltuklar var. hurda derken şöyle: koltuğun sadece oturma yeri var, başka bir objenin üstüne konmuş halde. oturunca makam koltuğu hissi veriyor kıça. açık havada. fakat dikkatli oturmazsan gıpranıyor, düşme tehlikesi teşkil oluyor. neyse.. oturup yağmuru izledim.. "başlık ile yazının ne ilgisi var?" diye sorduğunu duyar gibiyim sevgili blog. yazılarımı yarı yarıya emprovize yazıyorum. başlarken aklımda bişeyler oluyor. yazarken serbest bırakıp aklımı. öylecene yazıyorum. işte bu yüzden bazen saçma sapan gelişmeler olabiliyor yazılarda. yağmur, hüzün ve gam çağrıştırır ya belki ... fakat burası bu açıdan da değişik galiba.. sevinç benzeri bir his verdi bana.. mayomu giyip yağmura çıkmaya niyetliydim ki.. yılmaz verdi ayarı.. "asit yağarmış", "ilk yağmurda ıslanmamak gerekirmiş".. e ben de etkilendim tabii olarak. yapamadım. fakat tınmayacam birdahakine.. önceki gece bir de patır patır dolu yağdı. doluları görmedim, sesiyle uyandım. "noluyo lan." diyerek yattım. artık ne derece doğruysa işte... ertesi gün "gece dolu yağdı" dediler. bugün biraz sinek katliamı yaptım sevgili blok. pencere konusunu biliyorsun. gün ışığı için kapıyı açık bırakıyorum içeri geliyorlar. normalde yok sayıyorum onları, bugün çok kalabalıktılar. "dağilın lan" dedim. dinlemediler. bir kaç kez daha uyardıktan sonra verdim raid'i. verdim raid'i. galiba beni de biraz etkiledi bu Raid.
neyse öpüyorum...
yorum:
bu türküyü ilk tokat kızıl inişte, arabayla giderken farketmiştim. tilki, kuş, kuzu, davarlarla ve envayi çeşit bitkiyle dolu memleketim. yağmuru ayrı güzel, sisi, fırtınası ayrı.. dünyanın 4. büyük petrol sahası olan bu yeri; bırakın, bütün Irak'ı bi niksar'a değişmem ben. e Irak'lı insanlar için de tersi geçerlidir herhalde. savaş çok kötü. yazı yetersiz, söz yetersiz.
 18 kasım 2011'de yazıldı, az önce bir iki satır eklendi..

2 Aralık 2011 Cuma

sevgili blok, şaşı frenç presimi kırdı bugün.. bir geldim odaya alet yerinde değil. temizlememiş de üstelik. maceranın devamı... az sonraaaaaaaaaaa


    • az sonra dedik 23, saat geçmiş... gelelim şaşıya; şaşı dediğime bakmayın çok seviyorum kendisini, Pakistanlı otel görevlisi Münavara (erkek), ailesi Pakistan'da. çocuk yapmaya çalışıyorlarmış, bir türlü olmuyor, ben gelmeden az önce yine düşük yapmış eşi.. Bu bilgiler Yılmaz'dan, yoksa biz çoğunlukla bakışarak anlaşıyoruz Münavara'yla. İngilizce probleminden ötürü. onun grameri iyi telafuzu kötü, benim ise tam tersi.. kelime haznelerimizde hiç çakışmıyor. neyse baştan anlatayım: geldim kampa, ayhan şef ile kahve içelim dedik, ayhan şef brezilyalı, ben de ona bir güzellik yapayım, sınırlı filitre kahvemden bir miktarını onunla paylaşayım beraber içelim derrken.. odaya gidince bir de ne göreyim: frenç pres yok yerinde. baktım, yerlere cam parçalarını buldum.. çıktım Münavara'yı aramaya. sonra konteynırlar arasında bir saklambaç başladı. o kaçtı ben kovaladım. ben kaçtım o kovaladı. bu arada ayhan şef, televizyon odasında su kaynatmakla meşgul. ketıl de bozulmuş arasına kağıt sıkıştırmışlar bazan çalışıyor bazan çalışmıyor. neyse.. derken Münavara'yla kavuştuk. Dedim ki: "yu brok may frenç pres my frend". dedi ki:" ğuuuu ay no sii, puting the lağndırıt, ay hörd the voice of broken glas" dedim ki:" e ciğerim bakmadan ayı gibi sallarsan çamaşır torbasını içeri (ki öyle olmuş, konteynırın kapıyı açıp içeri girmeden torbayı sallamış nonoş..) olur tabi böyle şeyler" dedi ki:" i am sorry very very sori sör" dedim ki:" sör deme lan bana düdük, canın sağolsun, süzmeden içeriz bundan sonra napalım" anlamadı tabi güldü, tokalaştı benimle. sonra odaya geldi elinde süpürge, cam kırıklarını toplamaya. bu arada ben toplamıştım bile yerdeki kalıntıları. olayı canlandırdı. gitti. ben de ayhan şef'e gidip durumu izah ettim. sağolsun o da anlayışla karşıladı. akşam behzat ç. seyrettik ben, yılmaz, necmi, ahmet, volkan. hiç beğenmedim, hiç olmamış diyeceğim nerdeyse, son sahneyle toparladı biraz. yönetmen kötü yönetmiş, senaryo sıçık, aceleyle çekmişler galiba, figürasyonlar herzamanki gibi berbat.. üstüne bir de uykusuz kaldık mı? sabah ta toplantı var bruno ve kılif'le.. zor uyandım, kahvaltı edemiyorum zaten biliyorsun. ofise gittim ki gelmiş hazır ağbiler.. hay ... ben daha felafelimi yememişim. apar topar felafelciye gittim. aldım geldim. acele etme dediler, kahve sigara falan.. toplantıdan sonra biraz çalıştım. yine karnım acıktı. saat 11 falan olmuştu. kalan ekmeğin yarısını mikrodalgaya koydum. yandı. bütün ofisi inceden bir duman ve yanık ekmek kokusu kapladı. ekmeği fırından alırken elim de yandı. işaret parmaamın ucu azıcık acıyo hala.. millet huysuzlandı ne kokuyo ya böyle? ne yandı lem? homur.. homur.. filan derken bir saat sonra ingilizleden biri de körili bişi ısıttımı fırında.. yani allah günah yazmasın: "bok gibi koktu, neyse yediği yemek hıyarın" ofiste "violance" gelişti anlayacağın.. herkes ingilize daha fazla sinir oldu.. heh heeee... bana da oldular da hissettirmediler hesapta.. sonra biraz daha çalıştım, akşam üstü portakal elma yiyip mesaiyi bitirdik.. spor salonu yaptılar kampa bu arada... taylandlılar.. diğer fasilitelerin inşaatı da devam ediyor. spor yapalım diye tutturuyor bizimkiler. ne sıporu lem. daaalın lan diyorum. kaçışıyorlar. belki de tam böyle olmuyor da olabilir. neyse yeter şimdilik, görüşürüs sevgili blok, hşçkl.

      14 Kasım, 18:00

yarım kalmış bir emprovize yazı.. diğerleri gibi..

Bataryalarım %7'den az.. hem yazasım var hem yok.. bılokumu çok ihmal ettim. karnım yine acıktı. 105 kg'a çıktım belki biraz daha fazla. şarja karşı yazarken yarış etmek, belki aniden bilgisayar kapanacak...
 
bu feysbıkta "yorum yap" yazısını görünce, acaba kaç geyiğin ya da kimlerin aklına: "yorumsuz bir hayatı seçiyorum, kanmadım inan doymadım sevgiye" dizeleri geliyordur? itiraf edeyim ki benim çok sık geliyor. neyse konuyu dağıtmayalım , kafa dağıldı, toplamalı.. yemek, gurmelik anabaşlığı altında; açlık, diş fırçalama, sağlık, iyi, doğru beslenme ve coğrafyaya değinmeye niyetliyim şimdi. batarya meselesini de anladığınız üzere, adaptörü prize, diğer ucu da bilgisayara bağlamak suretiyle çözdüm. uykum ve yazasım var. dişim de ağrımakta. 15 gündür burdayım, dişlerden bazıları usul usul yokladığı halde umursamadım ve yumurta g.t kapısına dayandı işte, 72 saat sonra uçuş var ve 29 gün yine yokum istanbul'da.. tuhaf bir şekilde iş ortamını özlediğimi fark ettim. bu ne yaa.. hemen kalkıp doktora mı gitsem? paranormal aktivite filmini ayş ile seyrettik o uyuyo ben dişim ağrıya ağrıya blok yazıyorum yattığım yerden. ve düşünüyorum diş fırçalama aktivitesini. (paranormal aktivite filmine bir ara dönelim. unutturmayın...) ali: diş fırçalamak ne işe yarar? veli: Sağlıklı dişler bütün vücudu, birçok sistemi, özellikle sindirim sisteminin başladığı ilk mihenktaşı olarak çiğnemeyi velhasıl doğrudan sağlıklı olmayı temsil eder. ali: İyi de yavrum soru bu değil ki? ne diyon yani diş fırçalamak sağlıklı dişlere sahip olmamızı mı sağlar?... ali: ya ne sağlar? veli: ama soruma soruyla karşılık veriyorsun. sabaha devamı...
5 Kasım, 07.11 

30 Kasım 2011 Çarşamba

mozaik pastaya benzeyen üçgen piramit beton blok içindeki felafel...


yazılarımı gurme, oburluk, yemek vb. üzerine kurguladığımı, belki de doğal yollarla içten gelenin bu olduğunu farketmişsindir sevgili blok. blok sözcüğü başka bir formda çıkmıştı karşıma,
buraya ilk geldiğimde..
dün sabah çıkan kahvaltının kötülüğünü bir kez daha iliklerimde hissettim... heh heee
"gülecek ne var?" dediğini duyar gibiyim.
zorda kalmak bir kez daha yeni bir kapı açacaktı önüme ve ben bunun farkında değildim. kahvaltımız; en kimyasal iki çeşit zeytin, normalin üçte biri kalınlıkta beyaz tost ekmeği, (istediğin kadar alabiliyorsun sorun miktar değil kalite), bir krem peynir,domates, türlü reçeller, istediğin usulde pişirilmiş yumurta, çay, kahve, meyva suyu, bal, zeytinyağı, envayi çeşit gevrek(mısır, pirinç, çukolatalı yulaflı dalgalar), süt ve belki hatırlayamadığım benzer çeşitlerden oluşuyor. yazınca göze iyi görünmekle beraber hiçbiri damak zevkime hitap etmiyor. zevki bırak yenecek tarafları yok, hepsi ama hepsi en ucuz, en dandik, market malzemeleri.. (bakalım bu şımarıklığımın sonu nereye varacak) öğle yemeği de si..iri..ktan olunca bünye tepki vermeye başladı burdaki yirminci günüm olduğunu da ayrıca belirteyim. daha önce anlattığım üzere pazara gitme şansımız yok, sokak dahi yok. hal böyle olunca açlık ruhumda öyle bir taşkın yarattı ki bilinç ortadan çekilmek yoluna gitmeye karar verdi. ama dur dedim "güzel ofelya geliyor".

ve kendimi ofelyanın kollarına bıraktım. bana body armırımı giydiren ofelya, elimden tutup james'in yanına götürdü. "ceymis" dedim. ama konuşan ben değildim. ofelya'nın suflajıyla konuşuyordum. "şu, nizamiyenin yanındaki, mozaik pastaya benzeyen üçgen piramit beton bloğun içindeki dükkanda, felafel sandöviç satılıyormuş doğru mu?" dedim. James salağı anlamadı, çünkü ofelyanın ağır ingilizcesi onun için bile çok ağırdı. Ali Kazım'ı çağırdı.
(Bimeyenler için not: Ali Kazım ve James bizim tüfek taşıyan koruma arkadaşlarımız. Onlar ofelya gibi değiller, gerçek, etten kemikten insanlar) Ali Kazım,"yes" dedi. "felafel var" var dedi. felafel; bakliyatların haşlanıp ezilmesi, ortaya çıkan karışımın köfte biçimine getirilip kızartılmasıyla oluşan, on numara bir yiyecek. Ali Kazım gülümseyerek beni dükkana götürdü. Dükkan dediğim şey, işte bu yazıya ismini veren tamlamanın başındaki üçgen piramit beton blok idi. Bir zamanlar savaş barikatı olan blok şimdi bir seyyar satıcının güneş korunağı olmuştu. Piramitin önü insan doluydu. 3-4 metre yüksekliğinde üç boyutlu bir üçgen piramit pasta düşün, bunun bir diliminin içinin yine üçgen şeklinde oyulduğunu düşün, bir de bu pastanın betonarme olduğunu düşün, ki yer yer etriyeleri bile görünüyor. Hah işte bahsettiğim şey böyle birşey...
içinde de adam felafel satıyor. beni gören kalabalık maymun görmüş insan tepkisi verdi. ve kenara çekildiler. onlar kenara çekilince ben durdum. Ali Kazım ileri atıldı ve felafeli aldı, parasını da o verdi. "napıyon biraderim? çok sağol ama ..." dedim.
"we are family" dedi. hiç onunla polemiğe girecek halim yoktu felafelimi aldım. hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden birini yiyordum. günümün devamı fıstık gibi geçecekti. bu arada basralılar felafel'i felafil diye telafuz ediyorlar. ekmeğin içine köfteyi kırıp üstüne yeşillik domates ve birtakım soslar, (tahinli bir sos da var) koyup
yiyorlar. bizim ekipte bunu deneyen galiba ilk ben oldum ve galiba artık her gün yemeye devam edeceğim. savaş mağduru ve işgal altındaki bu perişan zavallı ülkenin insanları benim gibi işbirlikçi bir maymunla felafellerini paylaşacak kadar yüce gönüllüler.. çok sağol insanlık...
18 Ekim, 20.05saat