Durum, dram, drum

Durum, dram, drum

30 Kasım 2011 Çarşamba

mozaik pastaya benzeyen üçgen piramit beton blok içindeki felafel...


yazılarımı gurme, oburluk, yemek vb. üzerine kurguladığımı, belki de doğal yollarla içten gelenin bu olduğunu farketmişsindir sevgili blok. blok sözcüğü başka bir formda çıkmıştı karşıma,
buraya ilk geldiğimde..
dün sabah çıkan kahvaltının kötülüğünü bir kez daha iliklerimde hissettim... heh heee
"gülecek ne var?" dediğini duyar gibiyim.
zorda kalmak bir kez daha yeni bir kapı açacaktı önüme ve ben bunun farkında değildim. kahvaltımız; en kimyasal iki çeşit zeytin, normalin üçte biri kalınlıkta beyaz tost ekmeği, (istediğin kadar alabiliyorsun sorun miktar değil kalite), bir krem peynir,domates, türlü reçeller, istediğin usulde pişirilmiş yumurta, çay, kahve, meyva suyu, bal, zeytinyağı, envayi çeşit gevrek(mısır, pirinç, çukolatalı yulaflı dalgalar), süt ve belki hatırlayamadığım benzer çeşitlerden oluşuyor. yazınca göze iyi görünmekle beraber hiçbiri damak zevkime hitap etmiyor. zevki bırak yenecek tarafları yok, hepsi ama hepsi en ucuz, en dandik, market malzemeleri.. (bakalım bu şımarıklığımın sonu nereye varacak) öğle yemeği de si..iri..ktan olunca bünye tepki vermeye başladı burdaki yirminci günüm olduğunu da ayrıca belirteyim. daha önce anlattığım üzere pazara gitme şansımız yok, sokak dahi yok. hal böyle olunca açlık ruhumda öyle bir taşkın yarattı ki bilinç ortadan çekilmek yoluna gitmeye karar verdi. ama dur dedim "güzel ofelya geliyor".

ve kendimi ofelyanın kollarına bıraktım. bana body armırımı giydiren ofelya, elimden tutup james'in yanına götürdü. "ceymis" dedim. ama konuşan ben değildim. ofelya'nın suflajıyla konuşuyordum. "şu, nizamiyenin yanındaki, mozaik pastaya benzeyen üçgen piramit beton bloğun içindeki dükkanda, felafel sandöviç satılıyormuş doğru mu?" dedim. James salağı anlamadı, çünkü ofelyanın ağır ingilizcesi onun için bile çok ağırdı. Ali Kazım'ı çağırdı.
(Bimeyenler için not: Ali Kazım ve James bizim tüfek taşıyan koruma arkadaşlarımız. Onlar ofelya gibi değiller, gerçek, etten kemikten insanlar) Ali Kazım,"yes" dedi. "felafel var" var dedi. felafel; bakliyatların haşlanıp ezilmesi, ortaya çıkan karışımın köfte biçimine getirilip kızartılmasıyla oluşan, on numara bir yiyecek. Ali Kazım gülümseyerek beni dükkana götürdü. Dükkan dediğim şey, işte bu yazıya ismini veren tamlamanın başındaki üçgen piramit beton blok idi. Bir zamanlar savaş barikatı olan blok şimdi bir seyyar satıcının güneş korunağı olmuştu. Piramitin önü insan doluydu. 3-4 metre yüksekliğinde üç boyutlu bir üçgen piramit pasta düşün, bunun bir diliminin içinin yine üçgen şeklinde oyulduğunu düşün, bir de bu pastanın betonarme olduğunu düşün, ki yer yer etriyeleri bile görünüyor. Hah işte bahsettiğim şey böyle birşey...
içinde de adam felafel satıyor. beni gören kalabalık maymun görmüş insan tepkisi verdi. ve kenara çekildiler. onlar kenara çekilince ben durdum. Ali Kazım ileri atıldı ve felafeli aldı, parasını da o verdi. "napıyon biraderim? çok sağol ama ..." dedim.
"we are family" dedi. hiç onunla polemiğe girecek halim yoktu felafelimi aldım. hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden birini yiyordum. günümün devamı fıstık gibi geçecekti. bu arada basralılar felafel'i felafil diye telafuz ediyorlar. ekmeğin içine köfteyi kırıp üstüne yeşillik domates ve birtakım soslar, (tahinli bir sos da var) koyup
yiyorlar. bizim ekipte bunu deneyen galiba ilk ben oldum ve galiba artık her gün yemeye devam edeceğim. savaş mağduru ve işgal altındaki bu perişan zavallı ülkenin insanları benim gibi işbirlikçi bir maymunla felafellerini paylaşacak kadar yüce gönüllüler.. çok sağol insanlık...
18 Ekim, 20.05saat

sayılar, sorular... zaman, uzam...

Sayılar

Ölçülebilir olan. Son birkaç yılın modası. Benim aklım o kadar eriyor. İnsan türünün ürettiği bir s..
Bir buçuk, bir buçuk milyon, 12000, 100, oniki bin, 37465, 57, altı, 70, 60, 80...21
Tekrar 6...
İlki yani bir buçuk; bu yazıya başladığımda akşam yemeğine kalan süre, saat cinsinden
Bir buçuk milyon; bu ülkeye yapılan son müdahaleden bu yana ölen insan sayısı, birimi insan
12000; son iki yılda asılan insan sayısı, Irak’da, birimi yine insan
100; yaklaşık ağırlığım, kilogram cinsinden
Oniki bin:12000
37465: geçen gün bir sözleşmede gördüğüm rakam; birimi dolar
57; bir arkadaşımın yaşı, aynı zamanda başka birşey daha, önemsiz
Altı; geçen gün patlamada ölen insan sayısı; birim yine insan,
70; bir üst satırın aynısı; yazmak bile...
Sonuncu yani 6; ki aradaki 60, 80 ve 21’i hatırlayamıyorum. 6 ikinci tatilime başlamam için kalan gün sayısı..
Eller kanlı, ruhlar kanlı, duman, toz, toprak ve bok içindeyiz. Tüm insanlık. Sadece burdakiler değil ama.. her kim ki temiz olduğunu düşünüyorsa.. çok büyük ihtimalle yanılıyordur.
Ve biraz alıntı, ne de olsa 80 kuşağıyız. Kopi – pest: “ Kurduğu toplumsal sistem onu insani bütün değerlerinden yoksunlaştırmakta. Bu süreç insan aklının en gelişkin olduğu günümüzde yaşanmakta.” Ü.O.’dan, bir alıntı. Hazır yazılmış. Okuyunuz.
“yıkanmak istemeyen çocuklar” olalım, Ünsal Oskay, Cogito Yayınları, 372 sayfa, alalı bir yıl olmuştur, 45 tane yazı var içinde, 20 tanesini anca okumuşumdur, zorlaya zorlaya... ne çok sayı karşımıza çıkıyor hergün değil mi? bir atasözü, deyiş:” sen ya sayı saymayı bilmiyorsun, ya da dayak yememişsin.”
Yaşasın yemek yemek.. yemeğe gidiyorum, dönünce yazmaya devam..
İnsan açken karamsar olumuş.. belki yazı kendiliğinden düzelir.. kim bilir? Yine aynı kitabın; bir sonraki sayfasından Ünsal Hoca vasıtasıyla Marx’dan bir alıntı: Corruptio optimi pessima. Türkçesi: “aldatıcı, iğva edici iyimserlik gerçek kötümserliktir.”

arkası var... (30 Kasım, 18.40saat)

yukarıdaki resimde görülen nazar buncuğu, ahşap bir parçanın üstüne yapıştırılmış. ahşabın bir tarafı tıraşlanmış ve tıraşlanmayan tarafa boncuk yapıştırılınca dekoratif bir kapı durdurucu olmuş. tr'ye gittiğim ilk tatilimde bir arkadaşım hediye etti. işler-güçler bağlamında; "güzel kapılar açıldı karşına, kapanmasın onlar manasında...", dedi. ve ekledi; " belki kullanırsın da.." aynı arkadaşım, aslında tokat'tan ayrılmama da karşıydı.  ya da bana öyle gelmiştir.
benim bir tarafım tokat'tan ayrılmak istemiyordu.
tokat merkezde hiç bu kadar uzun yaşamamıştım, topu topu iki ay... tuhaf bir duygu bıraktı tokat. temmuz, ağustos, eylül aylarında yine gitmeli.
üç gün önce..
toplantıdan çıktık. tel çitleri beton blokları geçtik. kapıya adımız yazıldıysa çikolata kazanacaktım. o yüzden çok heyecanlıydım. "selamün aleyküm" dedim. "aleyküm selam" dedi kız. yanındaki; "şerike ..." diğeri: "hangi şirkettensiniz?" dedi.. cevap verirken aynı anda pencereden kafamı uzattım, listede ismimi gördüm, çikolatalar cepteydi. toplantı çıkışı kantin kapalı olduğundan tahsilatı yapamadım... sadede gelelim, usül değiştirmişler, kimliği verdim kıza, yeni kimliği aldım.. yılmaz önde ben arkada yürüyorduk. yılmaz işemeye gitti. giderken usulün değiştiğini, minübüse bineceğimizi söyledi. "olur" dedim. yılmaz tuvalete doğru yürürken ben minübüse yöneldim. tam binecekken arkadaki iki ressamı farkettim. yanlarına gidip onları izlemeye  başladım. gri bir at çizmişti biri, şahlanmış,.. diğeri kupa_saksı karışımı bişi.. gri at soluyordu... çok uzun bir yoldan geldiği belliydi. korka korka başını okşayıp sakinleştirmeye çalıştım. ona dokunmam hoşuna gitmişti.. nefesi normalleşirken, binicisiyle gözgöze geldik...
yılmaz minübüsün kapısının yanında beni çağırıyordu. minübüse bindik. toplantı, moplantı, kıl yün.. derken...
dönüşte aynı minübüs denk geldi.. şoförün elinin yarısı, hadi belki üçte biri yoktu..
öne oturmuştum. emniyet kemeriyle boğuşup onu takarken; bir yandan da gözüme takılan sarı kaseti işaret ettim.. " çalayım mı?" dedi şoför.. "çal ağbi", dedim. elinin bir kaç parmağının ve dış üst kemiklerinin olmadığını işte tam o anda farketmiştim. "Kuran" dedi şoför, "koran" diye söyleyerek.. "Kevser" suresini okuyordu adam... "Kevser" dedim.. şaşırdı şoför... "ar yu müslim.." dedi.. bu kez ben şaşırmıştım... hem de acayip şaşkındım... ağzımdan belli belirsiz "yes" çıktı...  bildiğim bir soruydu halbuki...   bu arada yol bitmişti... adam kaseti çıkarıp uzattı.. aldım. çantama koydum.



dengeli beslenme

öğlen yemekleri fena.. bir gün tavuk öbür gün hamburger öbür gün yine tavuk sonra hamburger tavuk hamburger tavuk hamburger....
ve işin fenası yenilecek tarafları yok bugün sadece kola içtim.. kampa zor attım kendimi dört hurma iki ceviz... hurmaları Borahan'dan otlanıyorum. Iraklı bir arkadaşa hurma aldırdı, Borahan. iyi bir arkadaş. burdaki arkadaşların hemen hepsi iyi.. haa unutuyordum. cevizler de suyu çektiler.. üç tane kaldı.. türkiye ye gitmeme dokuz gün var gün başına 0,3 ceviz. işte böyle sevgili blok.. koyun can derdinde kasap et. takılıyoruz. bir nevi askerlik, gün sayıyorum. güneşte kalınca bazan nevrim dönüyor s...... böyle işi de parasını da... kafama s...... ne güzel tokat'ta takılıyoduk ... diyorum. ama geçecek inşallah. burdaki tipler ne desen inşallah diyor. çok komiğime gidiyor. adama bir iş söylüyorsun, hesapta "çok mühim hayati bir iş". herif inşallah diyor. önce bozuluyor insan ama hoşuma gitmeye başladı. geçen İlhan anlattı, İlhan konstırakşından bir arkadaş, taşeronun biri; bunu yarın öbürgün inşallah diye diye bir buçuk ay oyalamış... bizim memleketteki kafanın daha bir özgün daha bir değişik modeli burdaki kafa.. sevmeye başladım. fakat çok ama çok perişanlar. dün bir asker gördüm, kontrol noktasında, elinde silah, ayağı yaralı mı ne, yaralı dediysem ayakkabı vurmuş heralde sargı bezi sarmış, yaka bir yanda paça bir yanda... gelen geçeni kontrol edecek ama ayakkabısının teki ayağında değil tüfeğin kabzası kırık saç, sakal, uykudan kalkmış gibi bir yüz ifadesiyle topallıya topallıya gezeliyordu. yanına gidesim geldi.. bu arada kampın duvarları üstüme üstüme gelmeye başladı, sinekler de bir arttı ki sorma. 18:30 da yemek var. açlık fena. hurmalar tuttu biraz.. akşam yediğim bu hurmalar sabah beni tırmalar mı acaba... ingilizleri bile sevmeye başladım, bireysel olarak. bizi koruduklarını sanan hıyarları. insan aynı. hepsi insan ama bir iki tanesi var diyaframdan diyaframdan londra aksanıynan konuşmuyorlar mı.. sus la eşşek sıpası diyorum. ha? diyorlar.. yok bişey ... diyorum, gülümseyip gidiyorum. onlarda gülüyor. öyle anlaşıp gidiyoruz işte. havalar iyi hala sapık gibi kılima açılıyor ortak mekanlarda yaşlandım mı nedir bir de bu ara kılimalara taktım kafayı.. kuruk kafa rahat durmuyor, ama herşey kontrol altında sevgili blok. şu banka hesabını bir göreyim tükiye'ye gidince galiba daha iyi olacak.. şimdilik hoşçakal.. :-)

15 ekim, 19.02saat

27 Kasım 2011 Pazar

bir öykü


yine, M. Z. Saçlıoğlu'dan; bu kez, Beş Ada adlı öykü kitabının ilk öyküsü:


Birinci Masal
Heykelci, bir gece, bir meleğin dokunuşuyla uyandı. Melek, ona, Tanrı’nın artık bir torun istediğini söyledi.
Heykelci:
- Tanrı’nın yüzlerce ırktan, yüzbinlerce kuşaktan, ölmüş ve yaşayan milyarlarca torunu var ya, dedi.
- Sen, sabahları, atölyende, geceden kalmış olan ekmek kırıntılarının yüzlerce karınca tarafından bölüşülüp taşındığını gördüğünde, tüm karıncaları nasıl tek bir karınca gibi düşünürsen; o da Dünya üzerindeki tüm insanları tek bir insan, yarattığı ilk insan olan Adem gibi görür. Yani sen ve milyarlarca kardeşin Tanrının gözünde tek bir insansınız, Adem ile aynısınız. Sizler birbirinizin çocuğu, torunu olabilirsiniz ama, Tanrı’nın yalnızca çocuğusunuz, diye yanıtladı Melek.
- Benim ne ilgim var bu işle, beni uyandırdın, korkuttun, diye sızlandı Heykelci.
- Tanrı, senin çocuğunu, görmek istiyor, dedi Melek. Cinsel organınla değil, aklın ve becerikli parmaklarınla yarattığın çocuğunu. Sen, Dünya’nın kırk ülkesinden seçilmiş kırk heykelciden birisin. Şu anda yalnızca seninle konuştuğumu sanıyorsun; ötekiler de böyle sanıyor; ama aslında hepinizle birlikteyim. Senin anlayacağın, benim kırk görüntüm aynı anda kırk kişiyle konuşuyor. Size uzun bir süre tanıdı Tanrı. Sağlıklı uzun bir ömür. Hemen çalışmaya başla. Kırkınızdan yalnızca birinizin, tüm yaşamı boyu yaptıklarının arasından tek bir heykeli seçecek ve ona Adem’e verdiği soluğu verecek. Canlanan bu heykeli alıp Adem’in ve tüm soyunun kovulduğu cennet bahçesine götürecek. Böylelikle Tanrı’nın yarattıkları bu lanetli topraklarda yaşamayı sürdürürken, insanın yarattığı kutsanmış topraklarda çoğalacak. Biliyorsun; torun çocuktan daha çok sevilir.
Heykelci:

- Bizi bu kadar zahmete sokmasına ne gerek var Tanrı’nın. İstese bunları kendisi gerçekleştiremez mi; zaten olan bitenler, yaptığımızı sandığımız her şey, onun izniyle “Yazgı” adı altında gerçekleşmiyor mu? diye sordu.
- Tanrı, siz kırk kişinin üzerinden “İzni”, “Yazgı”yı, “Ödül”ü ve “Ceza”yı kaldırdı, dedi Melek. Sizler artık izinsiz, yazgısız, ödülsüz ve cezasızsınız. Artık bağımsızsınız. Parmağınızın değdiği kilde Tanrı’nın hiçbir izi olmayacak. Size, Midas’a verdiği güçten fazlasını verdi. O yalnızca altın istemişti. Ama sizin ne çok şey istediğinizi biliyor Tanrı. Uymanız gereken tüm kuralları da kaldırdı üzerinizden. Kili demire, demiri suya, suyu sese çevirebilirsiniz. Sizin, ona, kendisinden hiçbir iz taşımayan torunlar vermenizi istiyor. Size verdiği güç, kendini bile yok edebilecek bir güçtür. Bunun da tek bir nedeni var: Tanrı bile çocuğunu yaratır ama çocuğunun çocuğunu yaratamaz.
- Yalnızca kırk kişi miyiz? diye sordu Heykelci. Bu büyük sorumluluğun kırk kişiyle bile paylaşılsa taşınamayacağını düşünüyordu.
- Torun vermek için çalışacak kırk heykelcisiniz. Kırk görevli daha var, dedi Melek.
- Onlar ne iş yapacak, diye sordu Heykelci.
- Onlar da Tanrı’nın başka bir gereksinimini giderecek. Biliyorsun, Tanrı öncesizlikten beri var, sonrasızlığa kadar da var olacak. Bu ona büyük bir acı veriyor. Evrimin sonsuz aynasına bakıp durmadan soruyor, beni kim yarattı, benden önce ne vardı, diye. Bu, senin anlayabileceğin gibi düşünürsek; baba sevgisini tadamamanın verdiği eksiklik gibi birşey, dedi Melek. Tanrı’nın sorduğu bu sorular yanıtını da getirdi, doğal olarak. Evrensel bir kuraldır. Sorular sözle soruluyorsa yanıtları da sözle verilir. Sorular “Söz”e soruluyorsa, yanıtları da “Söz” verir. Tanrı kendinden önce Söz’ün varolduğunu bulunca, bunların hangi sözler olduğunu merak etti. Tanrı bile, nasıl torununu yaratamazsa, babasını da yaratamaz. Babasını bulma işini de şairler verdi; kırk şaire.
- Başaracak olanın şiirine de cennet sözü verildi mi? diye sordu Heykelci.
- Sözlerin cennete gereksinimi yoktur. Sözler, kayan göktaşları gibi cennetin, cehennemin, dünyaların ve Tanrı’nın hem dışında, hem içindedir. Tanrı, bu kayan göktaşlarının bir düzene getirilmesini istedi şairlerden. Nasıl ki aynı harfler, belli bir sıraya girdiğinde en kötü sözcükleri, başka bir sıraya girdiklerinde ise Tanrı’nın adlarını oluşturuyorlar; Tanrı da bir zamanlar kendisini oluşturmuş; ama sonra, yörüngeden çıkan gezegenler gibi dağılıp gitmiş olan düzeni arıyor. İşte şairleri bu iş için görevlendirdi.
- Peki bulunca ne olacak? diye sordu Heykelci.
Meleğin sesi de görüntüsü ile birlikte yavaş yavaş azalırken, son sözleri şunlar oldu:
- Bunu ben bilmiyorum, sanırım Tanrı da bilmiyor. Şairlere yalnızca “Bulun!” dedi.

M.Z.Saçlıoğlu

durum, dram, drum

Bu blok işini devam ettirebilmek için zihni açmalı.. fakat ve lakin zihni açmaya mani çok şey var buralarda. Şimdi isfahan hayali mi kursam acaba diye düşünürken .....aslında...... Ama önce biraz şu zihin kapayıcı iç karartıcı şeylerden söz edeyimmm... ya da vazgeçtim etmiyom sevgili blok gülümseyeyim, erkekler pozitif kızları sever. Okunma oranımı artırayım biraz... haaa... okuyan arkadaşlar lütfen bloğumun reklamını yapın. mesela ilk yazım çok komikti bence, okuyup okuyup gülüyom ben hala...
yalan. Bir iki kere okudum, yani biri bir yorum yapınca, gönderme yapınca, okumak gerekiyor “ne yazdıydım la” diye, ki o okuyan arkadaşlar kendilerini biliyorlar.
O kendini biliyor, okandıni bıliyor diye bir şarkı vardı..)
He işte o an insanın dönüp okuyası geliyor, aa okumuşlar lan diye de seviniyor insan.
Bu yazarların “ben kendime yazıyorum” tripleri varya, ya yalan ya da çok değişik bir kafa olmalı. Mesela bendeniz; ne kadar seviniyorum bilseniz biri okuyup yorum yapınca.. (yazarolmadığımhalde) birisi beğenmiş olunca bile seviniyorum.. aaa okumuş diye. Gerçi okumadan beğenen hasta ruhlu insanlar da vardır muhakkak, onlar bu satırların konusu değiller.yazar olsam ne biçim sevinirdim. ya da ne derdim: “nassı olsa okuyacak lavuklar okumasınlar da göreyim” mi? derdim. Bizim aşçı mesela; öğlen yemeklerini yaparken: “ hıyarağaları nasıl olsa yiyeceksiniz” diye yapıyor olmalı, başka türlü kasıt olmadan bu kadar kötü yemek olmaz yani, “akşam yemeğini de aynı aşçı yapıyor” diyorlar.. ki bu mümkamsız. Belki de mümkün. Bir durum olmalı ya da bir dram. Hamburger ya da tavuk geliyor 5 gündür ki; yarın da gelirse...
Evet hamburger gelmedi, üçgen ekmek arasına sürülmüş bişey geldi... kafaya takmayıp önümüzdeki maçlara bakalım diyorum aksi takdirde o üçgen ekmeği birilerine zorla yedirme isteği oluşuyor içimde. Neyseki yılmaz geldi ve siparişlerimi getirdi.. 
250’şer gram kuru incir, gün kurusu kayısı (ki müthiş bişey; insanın direkt sinirini alıyor etken maddesi), fındık, cezerye ve 1,3kg kabuklu ceviz. Öğlen 12:00 sıralarında meyve ve patates kızartması üstüne bol kahve sıcak çikolata peşinden kampa gelince de birer lokma yukarda yazdığım dalgalardan yeyip akşam yemeğine kadar insan gibi dururum sanıyorum.. aç kalmak fena.
dram.
taşkın - 4 Ekim 2011  18:47'de yazıldı..

doğuya doğru... iş, miş, macera...

yolculuk kolay geçti. çoğunda uyumuşum.
"arkadaşım çantalarınızı kucağınıza alın" anlamına yakın, bir ses ile uyandım. Kadın sesiydi. çantalarımı kucağıma alıp uyumaya devam etmişim. sesler yükseldi ve çoğaldı, hostdu, hostesdi toplandılar yanıma. sonra; konuyla ilgim olabilir mi acaba diye bir daha uyandım. hiç ilgim yokmuş, arka sıralardan bir geyik, çantasını benim tepeme koymuş. uçak bir daha havalandı (teknıkıl stop muş bu, bir yaşıma daha girdim) basra da indik.bir de banu'yu gördüm arada. neyse...
vize kuyruğunda takıldık falan... 2 dolar vize... 10 doları verdim eyvah gitti 8 diyorum, beklesen bir dert beklemesen ayrı... beş'i zor kurtardım sonra, az daha gözaltına bile alınabilirdim. çok ters oluyor bu vizeci polisler yav. aklınızda olsun bozuk para bulundurun. ikinci bankodaki parmak izi alan polis "ney" kutusunu gördü. "o ney la? kaç dolar?" dedi, ingilizce... "ney yavrum ney, n'apacan?" dedim, ingilizce... "ben de muzisyenim" dedi ingilizce yine... içimden "ben değilim" dedim türkçe... sevimliydi ikinci polis.
çıktım dışarı, bir baktım ki, ne göreyim? elinde Akman yazan bir kağıt ile Lee beni bekliyor, tabii o anda adının Lee olduğunu bilemiyorum. Tanıştık, öpüştük. Derken tip bana brifing vermeye başladı. ingiliz aksanıyla... hay ... zaten zor anlıyorum. önce "he he" deyip geçeyim dedim fakat herifçioğlu telsizlerden girdi silahlardan çıktı bir de hayvan gibi bir çelik yelek giydirdi üstüme. n'ooluyoruz la... falan derken bir de " atağa uğrarsak arabadan atlama" demesin mi? " dur" dedim. "dur" "baştan yavaş yavaş anlat, o'ları, u'ları da adam gibi telafuz et, ben seni tam dinlememişim Lee'ciğim" dedim. sağolsun anlattı bir daha.. fakat yine aynı şeyler. "gun" diyor "armır" diyor "dont jump, never liiiv dı kar, calm dawn" diyor.
üç araç gelmiş beni almaya; hayatta da, daha önce hiç binmediğim kadar büyük üç tane cip. "hay .... ne biçim iş la bu" diyorum bir yandan, diğer yandan "bu ingilizler çok tuhaf" diyorum. diyorum da diyorum... az önce giden üç dolar aklımdan tamamen çıkmış. "ben bu yılmaz'ı, cem'i ve berker'i sırayla kafa kafaya tokuştursam, elime ne geçer" (bu işe girmeme bir şekilde vesile olan insanlar bunlar) düşünceleriyle araç hareket etti. arabanın önünde bir anten var bildiğiniz ağaç kadar. kampa vardık. oda moda... yerleştim.
kamp resimleri ve maceraları yarın inşallah... maaşallah... şükran

taşkın - 28 Eylül 2011, 23:17'de yazıldı