BRANDENBURG'UN DÖRT ATLISI
Biraz sinirlerim bozuk bugün, nikotin bandıyla beraber sigara içince oluyor bu, nasıldı;
“insan kadar salak bir mahluk yok ki; aynı şeyleri, üstelik aynı sırayla yapıp, farklı bir sonuç ortaya çıkmasını beklesin...”
Sözün orjinali böyle değildi, aklımda ana fikri kalmış.. neyse...
Canını sıkmamak için sevgili bıloki, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’dan bir
hikaye paylaşıyorum bugün..(MZS’nin öykü kitapları şiddetle tavsiye
olunur... İsteyenler kitabı alabilirler, ve yazara çok çok çok
teşekkürler, belki peşinen ve aynı anda da özürler,.. şayet sanal
ortamda hikayesini paylaşmama kızarsa...)
BRANDENBURG'UN DÖRT ATLISI
-Eskimiş zamanlar satıyorum, yitirilmiş yolları satıyorum, unutulan başarıları satıyorum. Sudan ucuz... Haydi, sudan ucuz...
İriyarı, genç adam, alana doğru bağırıyordu. Tarihi Brandenburg
kapısının hemen altında, alçak, uzun bir masanın üzerindeki üç öbeği
oluşturan nesnelerin neler olduğunu, bu ilginç çağrıya kulak verip
yaklaşanlar görebiliyordu.
Masanın üzerindeki birinci küme, saat
kümesiydi. Değişik markalarda, çoğu köstekli, kaba görünüşlü, kimi
çalışır kimi durmuş yüzlerce saat üstüste yığılmıştı.
İkinci küme
irili ufaklı pusulalardan oluşmuştu. Kapaklı, kapaksız, zincirli,
zincirsiz, kimileri deri kılıflı, kimileri tahta kutulu yüzlerce pusula,
bir karmaşa içinde alıcılarını bekliyordu.
Üçüncü yığını oluşturan
çeşitli madalyalara bakanlar, bunların, bir zamanlar gergin, gururlu
göğüslere nasıl takıldıklarını, yıllarca övünerek nasıl taşındıklarını
düşünebilirlerdi.
Genç, sarışın, iri yarı adam, el, kol hareketleriyle, bağırarak alıcılarını çağırıyordu.
--Eski dönem saatlerine bakın, eski dönem saatlerine..
--Ucuza kahramanlık isteyen var mı? Ucuza kahramanlık madalyası...
--Yönünüzü yitirmeyin; karanlıkta, aydınlıkta yönünüzü yitirmeyin..
Kısa zamanda bir turist grubu masanın önünde toplandı. Bir sürü insan,
meyve seçer gibi pusulaları, saatleri, madalyaları ellerine alıyor,
ağırlığını tartıyor, saatlerin içini açmaya çalışıyor, madalyaları
göğüslerine yaklaştırıyor, birini bırakmadan ikincisini, üçüncüsünü alıp
inceliyordu.
--Aman karışmasın... Zamanınız mekanınıza, mekanınız
başarınıza karışmasın. Lütfen hepsini kendi yerine koyun. Ne arıyor
saatlerin içinde madalya! Lütfen dikkat edin hanımefendi. O madalya
üstün hizmet madalyasıdır, bir eşini daha zor bulursunuz.
Kadın:
--O kadar değerliyse neden satıyorsunuz?
--Ekmek parası hanımefendi. İnsan ekmek için saatini de satar,
pusulasını da, madalyasını da. Açlık başka şeye benzemez. Kiminin karnı
toktur madalyayla uğraşır; ama aç olan madalyasını ekmekle değişir.
Başka bir adama dönerek:
--Beyefendi dikkat edin, zorlamayın; o saatin kurma düğmesi çok hassastır.
--Neden sağlam görünüyor oysa. Bu kadarcık bir zorlamayla kırılırsa bu ne işe yarar ki?
--Saat zaman demektir beyefendi, zorlamaya gelmez. O kendi hızıyla akar. Her saatin ayrı hızı ayrı direnci vardır.
-- Ayrı hız mı? Ne yani, bu saatler bozuk mu? Aynı hızla dönmüyorlar mı?
--Siz bu dünyada aynı hızla dönen iki saat bulabilir misiniz? Tüm
saatler bozuktur beyefendi. Şimdi sizin saatiniz üçü on geçeyi
gösteriyor. Dün güneş bu saatte bir dakika daha gerideydi. Aynı yerde
saat her gün değişiyor. Ya Çin’de saat şimdi kaç biliyor musunuz? Sonra,
yanınızdaki güzel hanımın saatiyle, sizinkinin arasında bile birkaç
saniye fark vardır. Tüm saatler bozuktur beyefendi, tüm saatler bozuk...
Bir kadın:
--Siz filozof musunuz?
Satıcı:
--Hayır, bozuk saat satıcısıyım. Bozuk pusula, bozuk madalya da satarım. Olur olmaz birçok şey satarım da hepsi bozuktur.
Bir genç adam, gülerek:
--Bozuk saat ve pusulayı anladık da, bozuk madalya nedir?
Satıcı:
--Bozuk madalya, yanlış iş demektir. Yapılmış, yapılan ve yapılacak olan yanlış işler.
--Nasıl yani?
--Bir zamanlar en çok düşman öldürene de, en iyi casusluk yapana da, en
iyi müzüsyene de, en iyi şaire de, en hızlı duvar örene de, en çok
buğday yetiştirene de madalya verdiler. Sokaklarda dolaşan madalyalı
insanlardan hangisinin katil, hangisinin sanatçı, hangisinin işçi
olduğunu anlamak mümkün değildi. Hepsi madalyalarıyla övündüler; hepsi
ölürken madalyalarını çocuklarına bıraktılar. Bunlar, yapılmış yanlış
işlerdir.
Şimdi yapılan yanlış işlere gelince:
Bu madalyaların
her biri birer yeteneği, emeği, başarıyı simgeliyor; ama küçük paralar
karşılığında alınıp satılıyorlar. Alan ve satan, onların, simgeledikleri
değerleri üzerlerinde taşımadıklarını, o değerlerin madalyaları taşıyan
göğüslerde kaldığını, bu küçük nesnelerin, neredeyse ancak yapıldıkları
malzeme kadar değerli olduklarını biliyorlar. Madalyaların gerçek
sahipleri ise, madalyaları göğüslerinde taşımadıkları sürece
başarılarının tarihin karanlığında yok olacağını bildikleri halde,
birkaç öğünlerini karşılamak için bunları satıyorlar. Üstelik yine
acıkacaklar.
Sayın baylar, bayanlar, size gelecekte yapılacak yanlış
işleri de anlatmaya kalksam saymakla bitmez. Göğüsleri çıplak kalan
madalyalı insanların, içine düşecekleri değersizlik duygusunu, inanç
çöküntüsünü mü anlatayım; yoksa, birkaç dolara sahip olduklarını
sandıkları bu madalyaları, eşlerine dostlarına gösterirken, bir
felsefenin, bir devlet sisteminin çöküşü üzerine tezler yürütecek
insanların duygu ve düşüncelerini mi?
Madalyalar da bozuk sayın
baylar, bayanlar. Ne işinize yarayacak sizin bu bozuk madalyalar.
Dolarlarınızı boşa harcamayın. Sahipleri, birkaç öğün yemek karşılığında
sattıklarına göre madalyalarını; siz de bunları almaktansa, birkaç öğün
yemek yiyin, kenti dolaşıp, biraz şarap için. Satıcısı tarafıdan
değersizliği kabul edilen bir malı, hangi akıllı alıcı almak ister.
Bir genç kız:
--Olsun bu madalyayı sevdim. Hiçbir değeri olmasa da pembe giysime çok
yakışacak. Şuna bakın, ne güzel bir kudelesi var, değil mi?
Satıcı:
--Peki, 18 dolar verin o zaman. Ya siz? Siz de mi alıyorsunuz yoksa beyefendi?
--Evet, şu iki tanesini, Bunlar mutlaka bir subayın olmalı. Savaşta büyük yararlıklar gösteren bir subayın...
Satıcı:
--Hayır sayın bayım. O büyük olanı, bakın üzerinde yazıyor, resmi
yemeklerde bilgisi, becerisiyle, geleneksel beğenimizi yabancılara
başarıyla tanıtan başaşçılara verilmiş madalyadır. Öteki ise, savaşta
büyük başarı göstermiş bir doktora verilmiştir. Madem bunu alıyorsunuz,
birkaç dolar daha verin, şu üçüncüyü de alın. Bu, üstün başarı gösteren
pilotlara verilirdi. Çok sayıda bombası doğru hedefi bulmuş olan
pilotlar bu madalyayı alırdı. Düşman pilotların bombalarıyla yaralanan
askerlerimizi başarıyla iyileştirmiş doktorlar da bunu. Böylelikle bir
işin iki madalyasına da sahip oldunuz. Keşke elimde düşman pilotlarıyla
düşman doktorlarının kazandıkları madalyalar da olsa. O zaman, aynı işin
dört madalyasına sahip olurdunuz; ne iyi olurdu değil mi? Bombalar
bizden gidince, bizim pilotlarla onların doktorları; bombalar onlardan
gelince, onların pilotlarıyla bizim doktorlar madalya kazanıyor.
(win-win modeli*-daktilo edenin notu) Ne güzel alışveriş... Sonucu
beraberlik olan savaş. Hah hah hay...
Bir adam:
--Şu saat kaç dolar acaba?
Satıcı:
--Beş dolar. Aynısından üç tane alın, hepsine on iki dolar verin.
--O zaman çalışanları seçeyim bari.
--Seçin bakalım; seçebilirseniz seçin.
Bir kadın:
--Saatler madalyalardan daha ucuz değil mi?
--Öyle olacak hanımefendi. Arz, talep sorunu. Zaman herkes için akar.
Herkesin saati var. Madalyayı bulmak zor. Dükkanlarda satmak için
madalya yapılmaz ki.
--Peki, çalışan saatlerle bozuk saatler aynı fiyat mı?
--Yani duran bozuklarla dönen bozuklar. Evet, hepsi aynı.
--Ama neden? Çalışan saatler işe yarar, bozuklar yaramaz ki.
--Çalışanlar da hiçbir işe yaramaz hanımefendi. En azından sizin işinize yaramaz. Eski sahibine de yaramamıştı.
--Neden?
--Gelin, yaklaşın lütfen (saati kadına çevirerek). Bakın ne görüyorsunuz?
--Saat...Çalışıyor...
--Nereden anladınız?
--Saniyesi dönüyor.
--Saniyesi nası dönüyor peki?
--Sanırım doğru dönüyor. Doğru hızda yani.
--Sayabilir misiniz?
--Tabii; bir... iki... üç... dört... işte...
--Yani bir duruyor, bir ilerliyor, bir duruyor, bir ilerliyor. Zaman da öyle mi yapıyor? Bir durup bir geçiyor mu?
--Tabii değil. Zaman sürekli akar.
--Ben de onu söylüyorum ya. Bu saatin sahibi zamanın sürekli geçtiğini
anlayınca saatini sattı. Kendisini kandıran bu saatin doğruluğuna yıllar
yılı inanmıştı oysa. Hadi biraz daha açıklayayım. Saniyeleri tek tek
sayabiliyorsak bu, her saniyeye bir başka saniyenin eklenmesini
gerektirir. O zaman, iki şey birleşip üçüncüyü, üç şey birleşip
dördüncüyü oluşturuyor demektir. Oysa zamanda kesinti yoktur.
Saniyelerin arasında sonsuz sayıda zaman parçacıkları olduğunu da
sanmayın. İnsan uydurması bunlar. Nereden mi biliyorum? Saniyeleri
kaldırırsanız dakikalar, dakikaları kaldırırsanız saatler, saatleri
kaldırırsanız günler, sonra haftalar, aylar ve yıllar kalır. Yılları da
kaldırı. Ömürlerden başka ne kalır.
Ama sanmayın bu nedenle satıyor
saatini eski sahibi. Onu kandırdılar. Saniyelerden daha küçük parçaları
gösterebilen saatlerden alabilmek için sattı bu eski saati zavallı. O
küçük zaman parçalarını görebilmek için.
Bir adam:
--Bay satıcı, haydi şu pusulalar için de bir şeyler söyleyin bari. Siz ilginç bir insansınız.
--Satıcı ilginç olmalı. Sattığı şey değil, satış biçimidir önemli olan.
Satıcının işi satmaksa, onu iyi yapmaya çalışmalı. Ama ben iyi satıcı
değilim; çünkü bunları satarsam sizin rahatınızı kaçıracağım. Aldığınız
madalyaları takarken size anlattıklarımı düşünürseniz, bunları
aldığınıza pişman olursunuz. Bu yüzden almamanız daha doğru. Sizi mutsuz
etmek işime gelmez. Mutlu olmanız gerekir ki benden hoşnut kalasınız,
bana yeni alıcılar gönderesiniz. Onlar da hoşnut kalmalı, başka alıcılar
göndermeli. Gördünüz mü; satmadığım sürece çok alıcım olacak.
Adam kahkahayla:
--Bay satıcı, haydi şu pusulalar için de bir şeyler söyleyin. Bunlar da bozuk mu?
--Evet, hepsi bozuk. Size yaramaz. (İçinden: Ya da tam size yarar.)
Başka bir adam:
--Bu değil, bakın, benim cebimdeki pusulayla aynı yönü gösteriyor. İşte bu taraf kuzey.
Satıcı:
--Sizinki de yanlış beyefendi, sizinki de.
--Olamaz, asla yanlış olamaz; benimki dünyanın en iyi markası.
Satıcı, gülerek:
--Peki, sayın bayım, söyleyin bakalım, pusulanıza göre Leningrad ne tarafta?
Adam cebinden bir harita çıkararak:
--İşte Avrupa haritası. Moskova’ya kadar gösteriyor. Bakın şöyle bir
çizgi çizersek, nerdeyse tam kuzeydoğumuza düşüyor. Yani, şu
doğrultuda...
--Bilemedinin beyefendi. O çizgi Leningrad’a değil St. Petersburg’a gidiyor. Pusulanız yanıldı.
Başka bir adam:
--Bu kez saçmaladınız bay satıcı. Hepimiz o kentin orda olduğunu
biliyoruz. Adı değişmiş, Leningrad yerine Petersburg olmuş olabilir; ama
oradaki sokaklar, evler, insanlar, tarihi eserler, hepsi aynı. Yalnızca
adı değişmiş. Bu kez tutturamadınız.
Satıcı:
--Bayım, bir şeyin
en son adı değişir. İş ad değiştirmeye geldiyse, zaten herşeyi değişmiş
demektir. Aynı kalan, değişiklik göstermeyen bir şeyin adı neden
değişsin? Adı değişmişse artık o yoktur. Değişmiş ada uygun bir yeni şey
vardır. İşte bu yüzden sizin pusulanız da bozuk, benim sattığım da. Ama
yine de alın siz bunu. Değeri üç dolar. Belli olmaz, bakarsınız başka
yerde doğru çalışır. En azından biriyle ötekini, onunla berikini denemiş
olusunuz. Dikkat edin; ikisi de aynı yönü gösterdikleri sürece sorun
yok; ama biri başka, biri başka gösterirse, bir üçüncüye gereksinim
duyacaksınız. Sonra da kayboldunuz gitti.
Otobüsün uzaktan duyulan kornası üzerine satıcı taburesinin üzerine çıktı. Otobüsü göstererek:
--İşte bakın... Sizi çağırıyorlar. .. Zamanınızı boşa harcadınız
benimle. Daha göreceğiniz çok şey var kentte, bari onları kaçırmayın.
Ah, unutmadan; rehberiniz şu arkamdaki büyük kapının üzerinde duran
dört atlı zafer arabasının öyküsünü anlatacaktır mutlaka. Ama kimsenin
bilmediğini de ben söyleyeyim sizlere. Anımsayın Mahşerin Dört
Atlısı’nı. Onlarındı bu dört at bir zamanlar. Şimdi Brandenburg’un dört
atıdır bu zafer arabasının beyaz atları.
Haydi gecikmeyin, uğurlar olsun, uğurlar olsun.
MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU
Şimdi yemek yemeye gidiyorum sevgili bıloki, dönünce yılmaz'dan aldığım
makasla saçımı keseceğim... resmimi de koyarım, bakarsın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder