Durum, dram, drum

Durum, dram, drum

5 Aralık 2011 Pazartesi

BRANDENBURG'UN DÖRT ATLISI

Biraz sinirlerim bozuk bugün, nikotin bandıyla beraber sigara içince oluyor bu, nasıldı;
“insan kadar salak bir mahluk yok ki; aynı şeyleri, üstelik aynı sırayla yapıp, farklı bir sonuç ortaya çıkmasını beklesin...”
Sözün orjinali böyle değildi, aklımda ana fikri kalmış.. neyse... Canını sıkmamak için sevgili bıloki, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’dan bir hikaye paylaşıyorum bugün..(MZS’nin öykü kitapları şiddetle tavsiye olunur... İsteyenler kitabı alabilirler, ve yazara çok çok çok teşekkürler, belki peşinen ve aynı anda da özürler,.. şayet sanal ortamda hikayesini paylaşmama kızarsa...)

BRANDENBURG'UN DÖRT ATLISI

-Eskimiş zamanlar satıyorum, yitirilmiş yolları satıyorum, unutulan başarıları satıyorum. Sudan ucuz... Haydi, sudan ucuz...
İriyarı, genç adam, alana doğru bağırıyordu. Tarihi Brandenburg kapısının hemen altında, alçak, uzun bir masanın üzerindeki üç öbeği oluşturan nesnelerin neler olduğunu, bu ilginç çağrıya kulak verip yaklaşanlar görebiliyordu.
Masanın üzerindeki birinci küme, saat kümesiydi. Değişik markalarda, çoğu köstekli, kaba görünüşlü, kimi çalışır kimi durmuş yüzlerce saat üstüste yığılmıştı.
İkinci küme irili ufaklı pusulalardan oluşmuştu. Kapaklı, kapaksız, zincirli, zincirsiz, kimileri deri kılıflı, kimileri tahta kutulu yüzlerce pusula, bir karmaşa içinde alıcılarını bekliyordu.
Üçüncü yığını oluşturan çeşitli madalyalara bakanlar, bunların, bir zamanlar gergin, gururlu göğüslere nasıl takıldıklarını, yıllarca övünerek nasıl taşındıklarını düşünebilirlerdi.
Genç, sarışın, iri yarı adam, el, kol hareketleriyle, bağırarak alıcılarını çağırıyordu.
--Eski dönem saatlerine bakın, eski dönem saatlerine..
--Ucuza kahramanlık isteyen var mı? Ucuza kahramanlık madalyası...
--Yönünüzü yitirmeyin; karanlıkta, aydınlıkta yönünüzü yitirmeyin..
Kısa zamanda bir turist grubu masanın önünde toplandı. Bir sürü insan, meyve seçer gibi pusulaları, saatleri, madalyaları ellerine alıyor, ağırlığını tartıyor, saatlerin içini açmaya çalışıyor, madalyaları göğüslerine yaklaştırıyor, birini bırakmadan ikincisini, üçüncüsünü alıp inceliyordu.
--Aman karışmasın... Zamanınız mekanınıza, mekanınız başarınıza karışmasın. Lütfen hepsini kendi yerine koyun. Ne arıyor saatlerin içinde madalya! Lütfen dikkat edin hanımefendi. O madalya üstün hizmet madalyasıdır, bir eşini daha zor bulursunuz.
Kadın:
--O kadar değerliyse neden satıyorsunuz?
--Ekmek parası hanımefendi. İnsan ekmek için saatini de satar, pusulasını da, madalyasını da. Açlık başka şeye benzemez. Kiminin karnı toktur madalyayla uğraşır; ama aç olan madalyasını ekmekle değişir.
Başka bir adama dönerek:
--Beyefendi dikkat edin, zorlamayın; o saatin kurma düğmesi çok hassastır.
--Neden sağlam görünüyor oysa. Bu kadarcık bir zorlamayla kırılırsa bu ne işe yarar ki?
--Saat zaman demektir beyefendi, zorlamaya gelmez. O kendi hızıyla akar. Her saatin ayrı hızı ayrı direnci vardır.
-- Ayrı hız mı? Ne yani, bu saatler bozuk mu? Aynı hızla dönmüyorlar mı?
--Siz bu dünyada aynı hızla dönen iki saat bulabilir misiniz? Tüm saatler bozuktur beyefendi. Şimdi sizin saatiniz üçü on geçeyi gösteriyor. Dün güneş bu saatte bir dakika daha gerideydi. Aynı yerde saat her gün değişiyor. Ya Çin’de saat şimdi kaç biliyor musunuz? Sonra, yanınızdaki güzel hanımın saatiyle, sizinkinin arasında bile birkaç saniye fark vardır. Tüm saatler bozuktur beyefendi, tüm saatler bozuk...
Bir kadın:
--Siz filozof musunuz?
Satıcı:
--Hayır, bozuk saat satıcısıyım. Bozuk pusula, bozuk madalya da satarım. Olur olmaz birçok şey satarım da hepsi bozuktur.
Bir genç adam, gülerek:
--Bozuk saat ve pusulayı anladık da, bozuk madalya nedir?
Satıcı:
--Bozuk madalya, yanlış iş demektir. Yapılmış, yapılan ve yapılacak olan yanlış işler.
--Nasıl yani?
--Bir zamanlar en çok düşman öldürene de, en iyi casusluk yapana da, en iyi müzüsyene de, en iyi şaire de, en hızlı duvar örene de, en çok buğday yetiştirene de madalya verdiler. Sokaklarda dolaşan madalyalı insanlardan hangisinin katil, hangisinin sanatçı, hangisinin işçi olduğunu anlamak mümkün değildi. Hepsi madalyalarıyla övündüler; hepsi ölürken madalyalarını çocuklarına bıraktılar. Bunlar, yapılmış yanlış işlerdir.
Şimdi yapılan yanlış işlere gelince:
Bu madalyaların her biri birer yeteneği, emeği, başarıyı simgeliyor; ama küçük paralar karşılığında alınıp satılıyorlar. Alan ve satan, onların, simgeledikleri değerleri üzerlerinde taşımadıklarını, o değerlerin madalyaları taşıyan göğüslerde kaldığını, bu küçük nesnelerin, neredeyse ancak yapıldıkları malzeme kadar değerli olduklarını biliyorlar. Madalyaların gerçek sahipleri ise, madalyaları göğüslerinde taşımadıkları sürece başarılarının tarihin karanlığında yok olacağını bildikleri halde, birkaç öğünlerini karşılamak için bunları satıyorlar. Üstelik yine acıkacaklar.
Sayın baylar, bayanlar, size gelecekte yapılacak yanlış işleri de anlatmaya kalksam saymakla bitmez. Göğüsleri çıplak kalan madalyalı insanların, içine düşecekleri değersizlik duygusunu, inanç çöküntüsünü mü anlatayım; yoksa, birkaç dolara sahip olduklarını sandıkları bu madalyaları, eşlerine dostlarına gösterirken, bir felsefenin, bir devlet sisteminin çöküşü üzerine tezler yürütecek insanların duygu ve düşüncelerini mi?
Madalyalar da bozuk sayın baylar, bayanlar. Ne işinize yarayacak sizin bu bozuk madalyalar. Dolarlarınızı boşa harcamayın. Sahipleri, birkaç öğün yemek karşılığında sattıklarına göre madalyalarını; siz de bunları almaktansa, birkaç öğün yemek yiyin, kenti dolaşıp, biraz şarap için. Satıcısı tarafıdan değersizliği kabul edilen bir malı, hangi akıllı alıcı almak ister.
Bir genç kız:
--Olsun bu madalyayı sevdim. Hiçbir değeri olmasa da pembe giysime çok yakışacak. Şuna bakın, ne güzel bir kudelesi var, değil mi?
Satıcı:
--Peki, 18 dolar verin o zaman. Ya siz? Siz de mi alıyorsunuz yoksa beyefendi?
--Evet, şu iki tanesini, Bunlar mutlaka bir subayın olmalı. Savaşta büyük yararlıklar gösteren bir subayın...
Satıcı:
--Hayır sayın bayım. O büyük olanı, bakın üzerinde yazıyor, resmi yemeklerde bilgisi, becerisiyle, geleneksel beğenimizi yabancılara başarıyla tanıtan başaşçılara verilmiş madalyadır. Öteki ise, savaşta büyük başarı göstermiş bir doktora verilmiştir. Madem bunu alıyorsunuz, birkaç dolar daha verin, şu üçüncüyü de alın. Bu, üstün başarı gösteren pilotlara verilirdi. Çok sayıda bombası doğru hedefi bulmuş olan pilotlar bu madalyayı alırdı. Düşman pilotların bombalarıyla yaralanan askerlerimizi başarıyla iyileştirmiş doktorlar da bunu. Böylelikle bir işin iki madalyasına da sahip oldunuz. Keşke elimde düşman pilotlarıyla düşman doktorlarının kazandıkları madalyalar da olsa. O zaman, aynı işin dört madalyasına sahip olurdunuz; ne iyi olurdu değil mi? Bombalar bizden gidince, bizim pilotlarla onların doktorları; bombalar onlardan gelince, onların pilotlarıyla bizim doktorlar madalya kazanıyor. (win-win modeli*-daktilo edenin notu) Ne güzel alışveriş... Sonucu beraberlik olan savaş. Hah hah hay...
Bir adam:
--Şu saat kaç dolar acaba?
Satıcı:
--Beş dolar. Aynısından üç tane alın, hepsine on iki dolar verin.
--O zaman çalışanları seçeyim bari.
--Seçin bakalım; seçebilirseniz seçin.
Bir kadın:
--Saatler madalyalardan daha ucuz değil mi?
--Öyle olacak hanımefendi. Arz, talep sorunu. Zaman herkes için akar. Herkesin saati var. Madalyayı bulmak zor. Dükkanlarda satmak için madalya yapılmaz ki.
--Peki, çalışan saatlerle bozuk saatler aynı fiyat mı?
--Yani duran bozuklarla dönen bozuklar. Evet, hepsi aynı.
--Ama neden? Çalışan saatler işe yarar, bozuklar yaramaz ki.
--Çalışanlar da hiçbir işe yaramaz hanımefendi. En azından sizin işinize yaramaz. Eski sahibine de yaramamıştı.
--Neden?
--Gelin, yaklaşın lütfen (saati kadına çevirerek). Bakın ne görüyorsunuz?
--Saat...Çalışıyor...
--Nereden anladınız?
--Saniyesi dönüyor.
--Saniyesi nası dönüyor peki?
--Sanırım doğru dönüyor. Doğru hızda yani.
--Sayabilir misiniz?
--Tabii; bir... iki... üç... dört... işte...
--Yani bir duruyor, bir ilerliyor, bir duruyor, bir ilerliyor. Zaman da öyle mi yapıyor? Bir durup bir geçiyor mu?
--Tabii değil. Zaman sürekli akar.
--Ben de onu söylüyorum ya. Bu saatin sahibi zamanın sürekli geçtiğini anlayınca saatini sattı. Kendisini kandıran bu saatin doğruluğuna yıllar yılı inanmıştı oysa. Hadi biraz daha açıklayayım. Saniyeleri tek tek sayabiliyorsak bu, her saniyeye bir başka saniyenin eklenmesini gerektirir. O zaman, iki şey birleşip üçüncüyü, üç şey birleşip dördüncüyü oluşturuyor demektir. Oysa zamanda kesinti yoktur. Saniyelerin arasında sonsuz sayıda zaman parçacıkları olduğunu da sanmayın. İnsan uydurması bunlar. Nereden mi biliyorum? Saniyeleri kaldırırsanız dakikalar, dakikaları kaldırırsanız saatler, saatleri kaldırırsanız günler, sonra haftalar, aylar ve yıllar kalır. Yılları da kaldırı. Ömürlerden başka ne kalır.
Ama sanmayın bu nedenle satıyor saatini eski sahibi. Onu kandırdılar. Saniyelerden daha küçük parçaları gösterebilen saatlerden alabilmek için sattı bu eski saati zavallı. O küçük zaman parçalarını görebilmek için.
Bir adam:
--Bay satıcı, haydi şu pusulalar için de bir şeyler söyleyin bari. Siz ilginç bir insansınız.
--Satıcı ilginç olmalı. Sattığı şey değil, satış biçimidir önemli olan. Satıcının işi satmaksa, onu iyi yapmaya çalışmalı. Ama ben iyi satıcı değilim; çünkü bunları satarsam sizin rahatınızı kaçıracağım. Aldığınız madalyaları takarken size anlattıklarımı düşünürseniz, bunları aldığınıza pişman olursunuz. Bu yüzden almamanız daha doğru. Sizi mutsuz etmek işime gelmez. Mutlu olmanız gerekir ki benden hoşnut kalasınız, bana yeni alıcılar gönderesiniz. Onlar da hoşnut kalmalı, başka alıcılar göndermeli. Gördünüz mü; satmadığım sürece çok alıcım olacak.
Adam kahkahayla:
--Bay satıcı, haydi şu pusulalar için de bir şeyler söyleyin. Bunlar da bozuk mu?
--Evet, hepsi bozuk. Size yaramaz. (İçinden: Ya da tam size yarar.)
Başka bir adam:
--Bu değil, bakın, benim cebimdeki pusulayla aynı yönü gösteriyor. İşte bu taraf kuzey.
Satıcı:
--Sizinki de yanlış beyefendi, sizinki de.
--Olamaz, asla yanlış olamaz; benimki dünyanın en iyi markası.
Satıcı, gülerek:
--Peki, sayın bayım, söyleyin bakalım, pusulanıza göre Leningrad ne tarafta?
Adam cebinden bir harita çıkararak:
--İşte Avrupa haritası. Moskova’ya kadar gösteriyor. Bakın şöyle bir çizgi çizersek, nerdeyse tam kuzeydoğumuza düşüyor. Yani, şu doğrultuda...
--Bilemedinin beyefendi. O çizgi Leningrad’a değil St. Petersburg’a gidiyor. Pusulanız yanıldı.
Başka bir adam:
--Bu kez saçmaladınız bay satıcı. Hepimiz o kentin orda olduğunu biliyoruz. Adı değişmiş, Leningrad yerine Petersburg olmuş olabilir; ama oradaki sokaklar, evler, insanlar, tarihi eserler, hepsi aynı. Yalnızca adı değişmiş. Bu kez tutturamadınız.
Satıcı:
--Bayım, bir şeyin en son adı değişir. İş ad değiştirmeye geldiyse, zaten herşeyi değişmiş demektir. Aynı kalan, değişiklik göstermeyen bir şeyin adı neden değişsin? Adı değişmişse artık o yoktur. Değişmiş ada uygun bir yeni şey vardır. İşte bu yüzden sizin pusulanız da bozuk, benim sattığım da. Ama yine de alın siz bunu. Değeri üç dolar. Belli olmaz, bakarsınız başka yerde doğru çalışır. En azından biriyle ötekini, onunla berikini denemiş olusunuz. Dikkat edin; ikisi de aynı yönü gösterdikleri sürece sorun yok; ama biri başka, biri başka gösterirse, bir üçüncüye gereksinim duyacaksınız. Sonra da kayboldunuz gitti.
Otobüsün uzaktan duyulan kornası üzerine satıcı taburesinin üzerine çıktı. Otobüsü göstererek:
--İşte bakın... Sizi çağırıyorlar. .. Zamanınızı boşa harcadınız benimle. Daha göreceğiniz çok şey var kentte, bari onları kaçırmayın.
Ah, unutmadan; rehberiniz şu arkamdaki büyük kapının üzerinde duran dört atlı zafer arabasının öyküsünü anlatacaktır mutlaka. Ama kimsenin bilmediğini de ben söyleyeyim sizlere. Anımsayın Mahşerin Dört Atlısı’nı. Onlarındı bu dört at bir zamanlar. Şimdi Brandenburg’un dört atıdır bu zafer arabasının beyaz atları.
Haydi gecikmeyin, uğurlar olsun, uğurlar olsun.
MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU

Şimdi yemek yemeye gidiyorum sevgili bıloki, dönünce yılmaz'dan aldığım makasla saçımı keseceğim... resmimi de koyarım, bakarsın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder